İdefix.com

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Dönem Finalim: 8 No'lu String Quartet - Hazel Sever

Şostakoviç'in 8 numaralı do minor Quartet'ini çaldım. Eser ile ilgili ufak bir bilgi demeti ve ardından hislerimi paylaşmak isterim..

Bu eser iki travmatik olayın ardından kısa bir süre sonra yazılmıştır: besteciye konulan omurilik iltihabı tanısı ve isteksizce, zorla Komünist Parti'ye katılım. Söylemlere göre “savaş ve faşizm kurbanları”na adanmıştır.

Birinci bölüm Şostakoviç’in müzikal imzası olan DSCH motifi ile başlar. Bu fazlasıyla hüzünlü, yavaş temayı 1 numaralı cello, keman konçertosu, 10,15 numaralı senfonileri ve 2 numaralı piyano konçertosunda da duymak mümkün. Quartet’in tüm bölümlerinde bu motif kullanılmıştır, ve üçüncü bölümde temel tema daha hızlıdır. Eserde diğer eserlerinden yaptığı alıntılar çok fazla kullanılmıştır: birinci blümde 1 ve 5 numaralı senfonilerinden alıntılar, ikinci bölümde Şostakoviç’in ilk kez 2 numaralı piyano triosunda kullandığı bir Yahudi teması, üçüncü bölümdeki alıntılar 1numaralı cello konçertosundandır, dördüncü bölümde ise 19. yüzyılın devrimci şarkısı "Tormented by Grievous Bondage" ve Şostakoviç’in operasındaki “aşkım, Seryozha” isimli arya’ dan alıntılar kullanılmıştır.


Oda müziği grubum ile beraber, dönem finalimiz için her ne kadar birbirine soluksuz bağlanan 5 bölümlü bir dörtlü olsa da sınavda tek bölüm istenildiğinden 2. bölümü hazırladık. Bölüm inanılmaz heyecanlı başlıyor ve tansiyon diğer bölüme bağlanana dek asla düşmüyor. Eseri her çalışımızda nabız atışlarım herzamankinin iki katı daha hızlı atıyordu. Nefes nefese kalmamak ve müziğin verdiği müthiş heyecanı yaşamamak imkansız. Çalmaktan inanılmaz zevk aldığım bir eserdir. Söylemeden geçemeyeceğim: oda müziği hocamız Murat SÜMER'e bize kazandırdığı bu unutulmaz tecrübe için minnettarım ve teşekkürü bir borç bilirim!. Ve sevgili hocam Emel AKARSU'ya da "katkılarından dolayı" arkadaşlarım ve kendi adıma ayrıca teşekkür ederim.. Sevgiler!..

Bir buluşma: Second Waltz - Ercan Doğan

Amatörce keman çalıyorum.
Bundan 20 yıl öncesiydi sanırım. Bu tastamam çocukluğuma denk düşüyordu. Günün belirli saatlerinde radyodan duyduğum bir beste vardı. O besteyle haberlerin gelişini, hava durumu ya da bir tiyatronun (radyo oyunları)başlayacağını anlardım. Önceleri bu sadece benim için bir işaret gibiydi, benim radyonun karşısına geçmem gerekn zamnın işareti. Babam evimize ilk televizyonumuzu aldı o aralar. Ve TRT'de hafta sonları mıydı ne müzik programı yayınlanırdı. İşte ne olduysa o gün oldu. TRT de yayınlanan müzik programında kadınlı erkekli bir dans grubunun sahne üzerinde ahenkli dans edişini izlemeye koyuldum. Büyülenmiştim. Beni büyüleyense dans eşliğinde çalan müziğin benim radyo başına geçme zamanı olarak bildiğim müziğin çalıyor oluşuydu. O an içim bir hoş oldu. Sanki içimde ateş yanar gibi oldu. Sanki benim içinden birşey, bana ait birşey, tanıdık birşey, yıllardır hep içimdeymiş dediğim bir melodiydi bu sanki. Bağalnmıştım o müziğe ve eşliğinde müziğe uygun dans eden dansçıların ordaki varlığına. Büyük bir istek ve sabırla programın sonunu bekledim. Çünki biliyordum ki bu müziğin ya da eserin ne olduğuna dair bir anons geçecekti mutlaka. Çok sevindiğim bir şey oldu ardından. daha program bitmeden o an seyrettiğim eserin bitimiyle programı sunan spiker az önce izlediğim ve dinlediğimeserin kime ait olduğunu söylüyordu. Ertesi gün şehre indim ve bir müzik markette ( ozamanlar daha yeni yeni) gezintiye başladım. Oradaki görevliye bir besteciyi aradığımı ama hangi bölümde olabileceğini bilmediğimi söyledim. Bana hemen yardımcı oldu. Sonra bir kaset gösterdi bana. İşte o besteci dedi. Ve ekledi; "Bunu mu arıyorsunuz?" Evet dedim büyük heyecanla. Kaseti aldığı rafın üzerine baktım kötü yerleştirilmiş büyük puntalarla "Klasik müzik" yazıyordu. Nedir bu dedim kendi kendime... Gel zaman git zaman bunun bütün yüreğimin sesi olabileceğini ve bütün müziklerin anası olduğuna inandığım klasik müzikle (evrensel müzik) tanışmış oldum. Bundan sonrasında ise bu bütün müziklerin anası dediğin müziğin kimler tarafından "ana"sı haline getirilmiş olduğuna tanıklık ettim. Konser salonları hikayem öyle başladı. İlk biletim hala bende saklı. İlk gittiğim konser de yıllar önce radyodan dinlediğim o tatlı melodinin içinde yer aldığı klasik müzik konseriydi.
ve ardından gittiğim ilk senfoni...
İşte çocukluğumun vazgeçilmez hatırası gibi gördüğüm o unutulmaz anımı süsleyen, kulaklarıma gelen ilk heyecan verici melody, beste, eser, şaheser "Seccond Woltz" idi. Ve bestecisi de Dimtri Şostakovich idi...

10 Temmuz 2009 Cuma

Şostakoviç: Hayatı ve Eserleri


Dimitriy Şostakoviç, hiç kuşku yok, 20. yüzyılın en önemli müzik adamlarından birisi. Özellikle senfonik müzik alanında çağımızın yüzakı olan sanatçının üyesi oludğu Sovyetler Birliği Kominist Partisi, ülkesi, halkı, İkinci Dünya Savaşı ve en önemlisi sanat hakkındaki düşünceleri konusunda şimdiye kadar çok şey söylendi. Öyle ki, onun inanmış bir anti-komünist olduğunu bile yazmaya cesaret edebildiler. İşte bu kitapta, Şostakoviç'in hayata ve sanata bakışı, kendi dilinden aktarılıyor.

Kızıl devrimin yönlendirdiği hayat - Rana Altaras


Kızıl devrimin yönlendirdiği hayat
Arkadaşları 1975'te ölen Şostakoviç'in karakterini "Kırılgan, mütevazı, çocuksu, her şeyi yüzüne söyleyen, sivri dilli, çok akıllı ve despot" olarak betimliyor. FOTOĞRAF: AP
20. yüzyılın en önemli devrimci bestecisi Dimitri Şostakoviç 100 yaşında. 1917 devriminden çok etkilenip bu olayı kutlamak için ilk eserini veren Şostakoviç, arkasında 15 senfoni, baleler ve sayısız oda müziği eserinden oluşan etkileyici bir repertuvar bırakmıştı

26/09/2006 (989 kişi okudu)

RANA ALTARAS (Arşivi)

İSTANBUL - 2006'nın daha çok Mozart yılı olarak anılması tesadüf müdür bilinmez ama 25 Eylül 1906'da doğan ve 1975 yılında bu dünyadan göçen, 1920'li yılların avangart Rusyası'nın önemli sembollerinden olan, Dimitri Şostakoviç'in de bu yıl 100. doğum yıldönümü. Besteci her ne kadar 1917 devriminden çok etkilenip bu olayı kutlamak üzere ilk eserlerini vermişse de hayatı boyunca gerek Stalin gerekse haleflerinin politik ve estetik engellerine takılmış, buna rağmen geride dört opera, 15 senfoni, sekiz yaylı çalgılar dörtlüsü, baleler ve sayısız oda müziği eserinden oluşan etkileyici bir üretim bıraktı.
St. Petersburg'da liberal ve hoşgörülü bir ailenin üç çocuğundan ikincisi olarak doğan Şostakoviç, gerek besteci gerekse piyanist
olarak bir 'harika çocuktu'. Petrograd konservatuvarında Glazunov'un öğrencisi oldu. 1926 yılında 20 yaşında, mezuniyeti için bestelediği 1. Senfoni'si her ne kadar tüm dünyada çok başarılı olduysa da Marksist Metodoloji dersinden sınıfta kaldı. 1920'lerin sonlarıyla 1930'ların başları arasında bestelediği ve 1934 yılında sahnelen operası 'Mtsenk'li Lady Macbeth' operasıyla hem halkın hem de partinin saygı ve sevgisini kazandı. Ancak bu çok uzun sürmedi. Aynı opera, Pravda tarafından başlatılan bir karalama operasyonu ve Stalin'in de olumsuz
eleştirileriyle sahnelerden kaldırıldı. Tutuklanmanın sürgün veya ölümle sonuçlandığı bu dönemde Şostakoviç'in de tutuklanmasına ramak kalmıştı. İşte bu sırada ilk seslendirilişi 1961 yılında gerçekleşecek olan son derece modern 4. Senfoni'sini besteledi. Hemen arkasından da 1937 yılında çok geleneksel tınılara sahip 5. Senfoni geldi.
1941 yılında Rusya'nın Nazi işgali altına girmesi Şostakoviç için tekrar sahnelere dönmek demekti. Bir yandan fiili olarak Leningrad'ın savunmasını desteklerken, diğer yandan faşizme direnişi temsil eden ancak aynı zamanda Stalin zulmünden nasibini almış kurbanları da kodlanmış olarak anan 7. Senfoni'yi yazar. Eser 1942 yılında kuşatılmış şehirde ilk defa çalınır ve son derece duygusal anlar yaşanır. Eserin partisyonu mikrofilmler halinde ABD'ye kaçırılır, Toscanini yönetiminde seslendirildikten sonra büyük bir başarı kazanır ve tüm dünyada faşizmle savaşın sembolü haline gelir. Ancak bu mutlu dönem uzun sürmez ve Şostakoviç 1948'de komünist rejim tarafından tekrar mahkûm edilir. Kirasını ödemek üzere film müzikleri, rejimle barışı sağlamak için de onları mutlu edecek müzikler yazarken, asıl yazmak istediklerini sumen altı eder. 1949'da rejimin resmi bestecisi olur. Ancak bunların hepsi görünüştedir. Antisemit Stalin rejimine rağmen yidiş şiirler üzerine Yahudi melodileri besteler. 1953'te Stalin'in ölümü ardından çalınan 10. Senfoni'si diktatörü gizliden gizliye mahkûm etmektedir.

Fal açmakta usta
1960 yılında Sovyet Supremi'nde temsilci olan Şostakoviç Stalin'in halefleriyle ilişkilerinde son derece dikkatli olur. Ancak duruşunu, 1962 yılında Naziler tarafından Ukrayna'da katledilen Yahudileri anlatan Yevtuşenko'nun şiirleri üzerine bestelediği Babi Yar adlı 13. Senfoni'siyle korur.
Kızı tarafından obsesif olarak tanımlanan, kırılgan ama sinirli Şostakoviç'in dehasının temelinde her sanatçıda olduğu gibi diğer insanlara göre algılarının daha açık olması ve hassasiyet yatıyordu. Boş zamanlarında kâğıt oynamayı seven, fal açmakta usta olan Şostakoviç'in karakterini arkadaşları çelişkilerle dolu olarak betimliyor: "Kırılgan, mütevazı, çocuksu, her şeyi yüzüne söyleyen (ancak) sert, sivri dilli, çok akıllı, despot..."
Hayatının son dönemleri, özellikle votka ve sigaradan vazgeçememesi sonucu ciddi sağlık sorunlarıyla geçti. Ölüm düşüncesine kafa yorduğu bu dönemde son eserlerini bu temayla ilişkilendirdi. 1975 yılında akciğer kanserinden vefat ettiğinde, Pravda Şostakoviç'in ölümünü, Brejnev'in ve polit büronun vefat ilanı metnini onaylamasının ardından, ölümünden üç gün sonra yayımladı.


http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=199763

Müzik, siyaset ve insanlık durumları - Ahmet Makal


24/09/2006

Değerlendirme nasıl ve hangi ölçütlerle yapılırsa yapılsın, Rus besteci Dimitri Şostakoviç, 20. yüzyılın büyük müzik, özellikle de senfoni ustalarından biridir.

AHMET MAKAL (Arşivi)

Değerlendirme nasıl ve hangi ölçütlerle yapılırsa yapılsın, Rus besteci Dimitri Şostakoviç, 20. yüzyılın büyük müzik, özellikle de senfoni ustalarından biridir. Bu senfoniler, birer müzik eseri olmanın yanı sıra yazıldıkları dönemlerin tanığıdır da. İkinci Dünya Savaşı sırasında kuşatma altındaki Leningrad'da bestelenen 7. senfoni, herhalde dünya yerinde durdukça, insanlık tarihinin en dramatik olaylarından birine tanıklık yapmaya devam edecek. Şostakoviç, 25 Eylül 1906 günü doğmuş, 1975 yılında ise dünyamıza veda etmişti. Yani, tam da yarın, sanatçının 100. doğum gününü kutluyoruz. Şostakoviç, müzik dünyasının son dönemlerde üzerinde en çok konuştuğu bestecilerden biri, belki de birincisi. Bu konuşmalar Şostakoviç'le ve müzikle sınırlı kalmıyor, sanatçı özgürlüğüne, sosyalizme, Sovyet rejimine, Stalin'e kadar uzanıyor. Şostakoviç yaşadığı dönemde, Sovyet rejiminin başarısını temsil eden politik bir simge gibiydi ve 1960'ta Komünist Parti'ye üye olması bunu daha da pekiştirmişti. Buna karşılık o, aynı dönemlerde Batılı müzik çevreleri tarafından 20. yüzyılın öncü müzik akımlarına kapalı, deyim yerindeyse muhafazakâr bir besteci olarak değerlendirilir, Sovyet sanat anlayışının bir simgesi olarak görülürdü. İlhan Mimaroğlu, 1961 yılında, Prokofiev dışındaki tüm Sovyet bestecilerini "yirminci yüzyıl musikisinin gericileri" olarak nitelemekteydi. Kuşkusuz ki, bütün bu değerlendirmelerin arkasında, zaman zaman karşı çıkışları olmakla birlikte, Sovyet rejiminin baskılarına boyun eğmiş, müesses nizamla ve onun sanat anlayışıyla uzlaşmış bir Şostakoviç resmi vardı. Böylece, dönemin soğuk savaş koşullarında, Şostakoviç'in şahsında Sovyet yönetimi de eleştirilmiş oluyordu.
Simgelikten karşıtlığa
Sonraki gelişmeler biliniyor. Değişen devirlerle birlikte, dünya da adamakıllı değişti. Sosyalist ülkelerin bu değişimleri daha da radikal biçimde yaşadığını söylemeye bile gerek yok. Bu değişim sürecinde geçmiş de yeni baştan yorumlanıp yazılırken, kadim Sovyet rejimiyle Şostakoviç'in tarihsel birlikteliklerine de son verildi ve Batıdaki Şostakoviç imajı büyük ölçüde değişime uğradı. Bu değişim sürecinin en önemli halkalarından biri, Solomon Volkov'un besteciye atfen kaleme aldığını savunduğu 'Tanıklık Tutanağı-Şostakoviç'in Anıları' adını taşıyan kitaptı. Batıda 1979 yılında basılan bu kitabın otantikliği konusunda çok ciddi kuşku ve tartışmalar yaşandı ve yaşanmaya devam ediliyor. (Bu kitap, 1992'de ülkemizde de yayımlandı.) Tarih tekrar yazılırken, Şostakoviç'e atfedilen rol de değişmişti. O artık, şöyle ya da böyle, Sovyet rejiminin uygulamalarından acı çeken bir insandı. İçinde yaşadığı koşullarda dışavurum yolları kapalı olduğu için, bu acısını da ironik biçimde eserlerine yansıtmıştı. Müzik dünyası, Şostakoviç'in eserlerini tekrar tekrar değerlendirmeye ve içlerinde düzene karşı ironiler keşfetmeye başladı. Bu süreçte, bestecinin müzikal açıdan niteliksiz sayılabilecek bazı eserlerine de iradilik yüklemesi yapılıyor, "evet, boş ya da bayağı ama Şostakoviç tam da bunu anlatmak istemişti zaten" deniliyordu. Besteciye yapılan yüklemeler o noktaya vardı ki, Kirov Operası'nın ünlü müzik yönetmeni Valery Gergiev'in onun savaş dönemi senfonilerinden yaptığı kayıtları da içeren DVD, "Şostakoviç Stalin'e Karşı" başlığıyla yayınlandı!.. Bütün bu tartışmalarda, Şostakoviç bu defa düzene karşı bir figür olarak simgeleştirilmekte; müziği de onun ironilerini ifade eden taşıyıcılar olarak araçsallaştırılırken, aynı zamanda geri plana itilmiş olmaktaydı. Tıpkı düzenin bir figürü olarak simgeleştirildiği dönemdeki gibi. Şostakoviç özlediği ve hak ettiği özgürlüğe bu defa da kavuşamamıştı. Kuşkusuz ki, bir besteciyi ve eserlerini kendilerini kuşatan toplumsal-kültürel ortamdan ve bunun önemli bir öğesi olarak siyasetten bağımsız bir biçimde anlamlandırmak mümkün değil. Bu Şostakoviç için özellikle böyle. Ancak bu ilişkileri, pozitif ya da negatif, ama doğru olmayan yüklemelerle kurmak, bunu yaparken de bestecinin sanatını ve eserlerini arka plana itmek çok doğru olmamalı.
İronik dahi mi?..
Bir besteci olarak değerlendirildiğinde, Şostakoviç kendisi için kullanılan bir ifadeyle "ironik dahi" miydi? Salt müzikal açıdan bakıldığında, durum pek de karmaşık görünmüyor. İroniklik konusu bir tarafa, 20. yüzyılın öncü müzik akımlarından uzak durmasına, müziğindeki kısmi bayağılıklara, içi boşluklara rağmen, kendisini sevmeyen müzik eleştirmenlerinin de kabul ettiği gibi Şostakoviç için "dahi" nitelemesi herhalde uygun düşer. Sovyet rejiminin sanat üzerine getirdiği yönlendirme ve sınırlamaları aşarak kendi müzikal kişiliğini ortaya koyabilmek için, ancak Prokofiev'in ve Şostakoviç'in dehasına sahip olmak gerekirdi!
Sosyalizm ve reel sosyalizm
Peki, müziği dışında, Şostakoviç aslında nerede duruyordu ve Sovyet rejimiyle ilişkisi nasıl açıklanmalı? O bir "gönülsüz devrimci" miydi? Yoksa, rejimle ilişkisi, moda deyimiyle "Stockholm sendromu" olarak nitelenebilir mi? Bu sendrom, esaret altına alınanın, esaret altına alana duygusal olarak yakınlaşması biçiminde tanımlanıyor. Buna, zorunlu ve engellenemeyecek bir durumu duygusal açıdan rasyonalize etmek, bir anlamda yaşamayı mümkün kılmak için esareti içselleştirmek de denebilir. Sanıyoruz ki, Şostakoviç açısından böyle içselleştirilmiş bir esaretten söz etmek çok anlamlı değil. Zaman zaman yönetimle sorunları olmasına, birkaç defa gözden düşüp sonra itibarı iade edilmiş olmasına karşın, Şostakoviç içinde yaşadığı toplumun ve düzenin bir ürünü ve onunla tümüyle bütünleşmese de, bir parçasıdır. O düzenin içine doğmuş, onun içinde gelişmiş, onun kurumlarında üst düzeyde görevler almış, onun maddi-manevi nimetlerinden yararlanmıştır. En azından Batılı meslektaşlarının büyük bölümünden daha iyi koşullarda yaşamış, yurtdışı seyahatlere bazen resmi temsilci olarak gönderilmiş, düzenin kendisine sunduğu ayrıcalıkları kullanmıştır. Şostakoviç'e, Lenin ve Stalin'in adını taşıyanlar da dahil olmak üzere ülkesinin en büyük ödülleri verilmiş, eserleri Batıdaki meslektaşlarına nasip olmayacak koşullarda seslendirilmiş ve kayda alınmıştır. Kendisinin pragmatik bir insan olduğu, yani "nabza göre şerbet verme" gibi bir huyunun bulunduğu da biliniyor. Sanıyoruz ki, bu koşullarda Şostakoviç'in müesses nizama karşı olmasının maddi ve manevi koşulları oluşmaz. Ancak, haydi biz de ironik biçimde ifade edelim, Şostakoviç'in kişiliğinin aynı zamanda utangaç ve içe dönük bir yönü olduğu da biliniyor. Onun bir sanatçı olarak, parçası olduğu müesses nizam içerisinde, zaman zaman kendisine ve sanatına da yönelen uygulamalardan derin acı duyduğuna kuşku yoktur. Sosyalizmin eşitliğe ve özgürlüğe dayalı devasa insanlık ütopyasının, üretim araçlarının biçimsel kolektif mülkiyetine indirgendiği, "demokratik merkeziyetçilik"in demokratikliğinin gidip merkeziyetçiliğinin kaldığı, sanatın müesses nizamın bir ideolojik aygıtı olarak görüldüğü ve bu yolda maddi-manevi mükâfat ve cezaların seferber edildiği bir düzen altında yaşamak, herhalde kişisel düzeyde Şostakoviç'i mutsuz edici sonuçlar doğmasında etkendir.
Ne yapmalı?..
Gelin sevgili Radikal İki okurları, Şostakoviç'i özgürleştirelim, doğumunun 100. yılını onun eserlerini dinleyerek kutlayalım. Bunun için, onunla aynı dönemleri, aynı zorlukları yaşayan, eserlerini kendileri için yazdığı, yakın dostları olan sanatçıların yorumları biçilmiş kaftandır. Yevgeni Mravinsky yönetimindeki Leningrad Filarmoni Orkestrası'ndan onun kişiliğinin dışa dönük yanını yansıtan senfonilerini, David Oistrakh'tan keman eserlerini, Rostropovich'ten viyolonsel eserlerini, Nikolayeva'dan prelüd ve fügleri, Borodin Dörtlüsü'nden onun kişiliğinin içe dönük yanını yansıtan yaylı çalgılar dörtlülerini dinleyelim. Dinlerken, günün birinde eşitlikçi, özgürlükçü ve sanat üzerindeki baskıların kalktığı bir dünyada -ve tabii ülkede- yaşayacağımızı da hayal edelim, isterseniz... 100. doğum günün kutlu olsun Dimitri Dimitriyeviç Şostakoviç, huzur içinde yat!..

AHMET MAKAL: Prof. Dr., AÜ SBF



http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=874204&Date=26.02.2009&CategoryID=42


Müziğin Öncüleri - Vural Yıldırım

Vural Yıldırım-Müzik Bilimci

Müzik tarihi dediğimizde aklımıza, yayınlardan edindiğimiz bilgilerin çerçevesindeki olaylar gelir. Tarih, yazılanların bize sunduğu, “taraflı” belgelerin derlendiği derin ve geniş alanın sadece bir boyutudur. Müzik tarihinde yazılanların yanında, seslendirilenler de olduğu için bazen yorum kısmını bizler yapma şansına sahibiz. Tıpkı Şeref Bigalı’nın resimleri hakkında konuşma, yorum yapma özgürlüğümüzün olması gibi.

Nasıl bir yorum yaparsak yapalım, bazı eserler, besteciler, olaylar tüm çıplaklığı ile karşımızda durur. Bunlardan biri şüphesiz Dimitri Şostakoviç’tir. Kendisi ile ilgili müzikoloji ve siyasi alanda çeşitli yorumlar yapılmış ve tarih sahnesinde kendine özgü bir gizem yaratmıştır. 20. yüzyılın önemli bestecisi Şostakoviç (1906-1975) ölümünden sonra değeri anlaşılan, eserleri seslendirilen, müzikoloji alanında araştırmalara konu olan Rus bestecileri içinde en çok tartışılan isimdir.



Bunca tartışma konusu nasıl yaratılıyor? Nasıl oluyor da hala gizemini koruyabiliyor? Şostakoviç’in kim olduğunu ve nasıl bir ortamda müzik bestelediğini anlamanın yolu Sovyetler Birliği müzik kültüründe yerini bulur. Ekim Devrimi’nden önce müzik, ağırlıklı olarak St. Petersburg ve Moskova okulları olarak bilinen iki ekol tarafından belirleniyordu. Çaykovski, Moskova okulu önderi iken, Korsakof, St. Petersburg okulunun öncüsü idi. Okullar arasında sürekli kuramsal olarak varolan gerilim, akademizm ve geleneksel değerlerin ele alınması sorunsalından kaynaklanıyordu.

Devrimle birlikte başlayan proleter dönem, bu iki okulun etkisini azalttı. Başlangıçta yeni müzik ve dünya klasik müziğine ilgi gösteren Sovyetler Birliği entelenjiyasısı, proleter ağırlıklı zihniyet nedeni ile “öze dönüş”, “otantizme dönüş” şiarı ile yeni müziğe, dolayısıyla Şostakoviç’e ağır eleştiriler yöneltti. Özellikle Mtzensk’li Lady Macbet operası eleştiri konusu oldu. Zamanla bu eleştirilerin hedefleri genişledi ve Prokofiyef, Myaskovski vd. isimler de paylarını aldılar. Böylece başlatılan eleştiri kampanyası Stalin’in ölümüne kadar devam etti. Bu arada eleştirilerin haklı olduğunu söyleyen besteciler birer birer özür niteliğinde eserler vermeye başladılar. Stalin’in ölümünden sonra başlayan kısmi özgürlük, bestecileri için düşündükleri müziği yapmalarına imkan tanıdı.

Şostakoviç bu çalkantılı dönemlerin içinden gelen, müzik eserlerinde sürekli yeniliğe açık fakat bir o kadar da geriye dönüşler yapan bir müzik insanı. Sovvet rejiminin eleştirilerine maruz kalmasına rağmen, aynı rejimin en önemli bestecisi konumunda olan kişi. Sanatçı özgürlüğü ve rejim baskısı arasında gel gitler yaşayan ve eserlerinin bu nedenle şifreli olduğu söylenen “dahi” besteci. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, kendisi Sovvet Rejimi içinde Rus kültürüne özgü, döneminin sonrasına taşınabilecek eserler üreten biri olarak ironik bir sanatçı karekteri çizmektedir.
Burun, Altın Çağ, Piyano konçertoları, Tahta Kurusu vd. eserleri mevcuttur.

Şostakoviç kendi alanında özgünlüğü yakalamış ve tarihte yoğun politik ortamda ayakta kalabilmeyi başarabilmiş ender sanatçılardan biridir. Bizim ülkemiz ile karşılaştırıldığında, müzik insanlarımızın kısmi olarak daha özgür ve rahat bir ortamda çalıştıkları görülür. Her ülkenin kendi diyalektik süreci sanat ortamını belirlemesine rağmen bazen bu sürece siyasi erk ve/veya sanatçı müdahale edebilir.

Adnan Saygun ülkenin içinde bulunduğu ortamda üzerine düşeni kendi olanakları ölçüsünde yaparak, Genç Cumhuriyet’in müziğini “belirlemede” rol oynamıştır. Nedir bu yazıda birbirinden kopuk iki insanın bir aradalığı? Öncelikle ikisinin de ülkelerinin önemli bestecileri olması. Ardından her ikisinin ülkelerinde gerçekleşen siyasi devrim. Neredeyse aynı kaderi paylaşan bu iki sanatçı birer yıl arayla yüzüncü yıl anmalarında hatırlanıyor. Yaptıkları ve müzikal düşünceleri tekrar ele alınarak geleceğin müziğine katkı sağlayabilecek bu iki insan için yapmamız gerekenler, aslında müzik için yapmamız gerekenlerle paraleldir. Saygun için birkaç ay sonra anma toplantıları, eserlerinin seslendirilmesi vb. etkinlikler yapılacak. Konservatuarlarda yeni kuşağın adını “bilmediği” bu önemli müzik şövalyesi anma etkinlikleri kanalı ile bir süre müzik gündemine gelecek. Tüm müzisyenlerimizin ve sanatçılarımızın “belirli gün ve haftalarda” anılması, hatırlanması alışkanlığında vazgeçip, müzik tarihimize dönüp değerlerimizi ele almalı ve yeniden müzik tarihimizi yazmalıyız. Müzik tarihimiz içinde Saygunlar, Tançlar, Erkinler, Itriler ne yazık ki çok az. Gelecekte bu isimleri çoğaltmak ise elimizde. Yapmamız gereken entelektüel alanı sanatçılar olarak, sanat alanının dışındakilere teslim etmemek.

Bestecilik alanında yaşarken popüleritesi olan ve her konserde eserleri çalınanların yanında, kendilerini icracılardan, konser salonlarından geri çekerek çalışmalarını sürdürenlerin sayısı da az değildir. Bu tür bestecilerin ruhi konumlarını düşündüğümde aklıma Elif Karadayı, Beyza Boynudelik, Nedret Yaşar, Şeref Bigalı vd. ressamlarımızın yapıtları aklıma geliyor. Sanatçılarımızın eserlerinde yansıttıkları humanistik içsel yalnızlık, müzisyenlerimizin kendi konumlarını tüm netliği ile bizlere sunuyor. Sanat belki de böyle bir şey; zaman zaman farklı disiplinlerin alanındaki haleti ruhiyeleri yakalamak…

http://www.muzikdersi.com/md/index.php?option=com_fireboard&func=view&catid=25&id=18&Itemid=29

Heyecan ve Coşkunun Bestecisi - Hasan Çakmak



Burjuva aydınlar, sanat eleştirmenleri Bolşevik Partisi'nin öncülüğünde işçi ve emekçilerin iktidarı elinde bulundurdukları döneme ilişkin, çeşitli gazetelerde, dergilerde, kitaplarda, konferans ve ansiklopedilerde Sovyet sanatı ve sanatçıları hakkında akla hayale sığmayan asılsız eleştirilerde bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar. Bu kara çalmalardan biri de tüm dünyada besteleme alanında adını duyurmuş Dimitri Şostakoviç'e yöneliktir. Hiç kuşkusuz bu iftiraların asılsız olduğunu kanıtlamak için yüzlerce, binlerce kanıt gösterebiliriz. Örneğin Dimitri Şostakoviç'e verilen devlet ve birinci sınıf Stalin Ödülü'nü gösterebiliriz. Burjuva aydınların, sanatçılarının ve liberal solcuların çarpıtmalarını günümüzde boşa çıkarmanın en etkili yolu, onların iftiralarını bir bir çürütme yerine, sosyalist sanatın gelişimini ve şekillenişini, toplumla olan ilişkilerini kitlelere anlatmaktır.
Esin kaynağı oldu
Şostakoviç'in genç yaşta bestelediği beşinci ve altınca senfonileri, yeni imgeleri yansıtmaya yatkın yeni bir tür olan, birkaç mavumanlı senfoni alanında Sovyet bestecilerinin yeni yapıtlar vermesinde esin kaynağı olmuştur. Bu senfonilerin, Sovyetler dışında başka ülkelerdeki müzik gelişmeleri üzerinde de etkisi olmuştur. Şostakoviç'in senfonileri, sovyet senfoniciliğinin düşünsel ilk yapıtlarıdır da diyebiliriz. Temelde lirik olmalarına karşın, bu yapıtlarda öznellikten ve onları toplum çıkarlarından ayrı tutan hiçbir aykırılık bulunmaz. Tam tersine bu senfoniler toplum çıkarlarıyla bütünlüklü temalarla şekillenmişlerdir. Bunlar aynı zamanda senfonik müzikte de, gerçek anlamda düşünsel lirik örnekleriyle, yani çatışma ve mücadelelerle dolu, yanı sıra zaman zaman biraz da trajediyle süslenmiş olan bu senfoniler, sosyalist hümanizma anlayışıyla yorumlanarak, yaşamı tüm çelişkileriyle geniş bir şekilde yansıtmıştır.

Klasik müzikte yenilikler

Burada özellikle beşince senfoni üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak gerekiyor. Şostakoviç'in beşinci senfonisi birçok açıdan klasik müzikte yeniliklerle doludur. Bu yeniliklerden en önemlisi, romantik senfoni ile Bach'ın entelektüel yaklaşımı ve çoksesli düşünmenin birleşimini ortaya çıkarmıştır.
Hiç kuşkusuz bu birleşim toplumsal yaşamın dramatik yanlarını entelektüel içeriğiyle, daha doğrusu müzikte düşünce sürecini yakalamak, düşünceleri harekete geçirmek vb. birçok yönüyle yansıtmakta büyük olanaklar sağladı. Makamların çok tonluluktan giderek tonsuzluğa dek varan yeni, ince ve daha basit anlaşılır bir biçimde işlenmiş, toplumun ve bireyin iç çelişkilerini daha ezgin anlatım gücüyle yansıtıp, imgeleri yaşama daha yatkın ve daha gerçekçi kılmasının olanağını açmıştır. Öncesinde ise, geleneksel senfonik yaklaşımda, yaşamın derin düşünsel yorumunu işleyen bir müzik türü olarak senfoni anlayışı, bir konser parçası ses oyunları, çalgılar için müzik vb. olan ve senfoniye doğru bir geçiş yaşanmaktaydı. Ve 20. yüzyıla gelindiğinde birçok batılı besteci, senfoninin artık zamanını doldurduğunu savunarak, senfoniyi terk etmeyi düşünürken, Şostakoviç senfoniye getirdiği yeniliklerle onun devamlılığını sağladı. Bunun aynı zamanda, Sovyet müziğinin insan duygularının değişik yanlarını ortaya koyması bakımından da önemli bir işlevi olmuştur.

Hayranlık içinde bıraktı
Gerek toplumsal yaşamın bütün olgularını, düşünsel bağlamda ve gerekse dinleyicilerin ruhlarını doyuracak yan besinlerle doludur beşince senfoni. Bu senfoninin getirdiği yeni düşünsel ve duygusal çalışmalardan, yeni biçimde düşünülmüş şeylerden doğal bir estetik zevk tattırmaktır dinleyiciye. Beşince senfoni, dinleyicisine bu estetik zevki tattırmasında öylesine başarılı bir eserdir ki, dünyanın dört bir yanında konser salonlarında çalındığında, dinleyicileri hayranlık içinde bırakmıştır.
Sanatçı, diğer Sovyet sanatçıları gibi, dünya emekçilerinin geleceğine dair duyduğu sorumluluk, emekçi halklar arasındaki dayanışma ve barış duyguları, gerek ikinci paylaşım savaşı döneminde, gerekse sonrasında, yani savaşın iğrençliğini konu eden sorunları ele alıp besteledi. Onun yedinci Leningrad Senfonisi, dokuzuncu ve onuncu senfonileri buna en iyi örnektir. Genelde içerik bakımından, temelde iyimser, aydınlık ve mizahla dolu olan dokuzuncu senfoni, özellikle üçüncü ve dördüncü bölümlerinde görültülü korellerinde ve uzun ve hüzünlü bas sololarında anlaşılacağı gibi, toplumun ve dünyanın geleceğine dair duyduğu endişe ve huzursuzluk yaratan anılarıyla bütünlüklü bir şekilde yansıtılmıştır. Yedinci Leningrad Senfonisi ise, Nazilerin Leningrad'ı işgal etmesi ve bu işgale karşı başlatılan ulusal direnişi konu edinmektedir. Stalin Ödülü'nün verildiği yedinci senfoni, ulusal direnişin sembolü olarak kabul edilmiştir.

Dinleyin...

Onuncu senfoni, özellikle ikinci bölümün cehennem fırtınası yanında o ünlü, ağır Adagio'da toplumsal yaşam üzerine derin imgelerle doludur. Bu imgeler (daha doğrusu düşünceler) her ne kadar kişisel olarak ele alınmışsa da bu kişisellik, toplumsal yapı dünyanın geleceğine dair duymuş olduğu derin sosyalist hümanizmayla bütünlüklüdür. Özellikle batılı burjuva eleştirmenlerin, onuncu senfoniyi imgelerin birbirinden kopuk ve bütünlükten yoksun olarak görmelerinin nedeni de bu bütünlüğü görmemelerinden ya da görmek istememelerinden ileri gelmektedir.
Onuncu senfoninin lirik yanı ise, bireylerin bütünleyici bir parçası olarak, ortaya çıkar kaygısı getiren bir deneyim olarak, Sovyet kolektif toplumunda, yani toplumsal kolektif yaşamdan, bireylerin geleceği üzerine düşünmekten alınan öğelerle, yaşamın en derin yanlarına dek sızan alt öğelerin çok çeşitli bir tarzda yansıtılmasından/ yorumlanmasından ve birbiri içinde eritilmesinden oluşan bir lirikliktir.
Dinleyin, kolektif toplumun heyecan ve coşkusunu duyumsayacaksınız.

http://www.evrensel.net/00/03/14/kultur.html#1

işçilerin ezgilerinde mozart'ın ışığı - Yasin Kayırtar


06/02/2008
işçilerin ezgilerinde mozart'ın ışığı
Yasin Kayırtar-yasinkayirtar@hotmail.com

“… daha bir gün önce yüksek saray erkanından başka kimsenin giremediği bu yaldızlı localarda, bugün denizci giysileri içerisinde bahriyeliler, Rus gömlekleri giymiş köylü delikanlılar, başları mendille bağlı kızlar, işçiler oturmuşlar Mozart’ın Requiem’ini dinlemektedirler.”
İşte büyük Ekim Devrimi’nden hemen sonra, Rusya halkının yaşamındaki “küçük” ama önemli bir değişim tablosundan kısa bir alıntıdır yukarıdaki. Halk kendi müziğini üretmişti yıllarca. Tamamen kendi doğal yaşantısı içerisinde şekillendirdiği müziğinin sorunlarının yanı sıra asıl sorun şuydu: Kapitalizm, tüm sanat dalları gibi müziği de yanlızca küçük bir azınlığın müziği haline getirmişti ve halkın cahil olduğunu ve asla anlayamayacağına dair safsatalarını yayarken, klasik müziğin tüm yaratıcı ve geliştirici yönlerini kendi halkından uzak tutmuştu. Oysa sosyalizm, kendi sisteminin vaadlerini asla ama asla sadece politik-ekonomik gelişmelerle açıklamamıştı. Hedef sadece özel mülkiyetin ortadan kaldırıp üretim araçlarının tüm topluma mal edilmesi değildir. Küçük bir azınlığın hakkı olarak görülen her şeyin toplumsallaştırılması, onun, insanlığın kendi çıkarına ve yararına kullanılmasıdır. Yaşamın içerisindeki insan için olan her şey insanındır ve sanat da bunun en büyük parçalarından birisidir. “Sanat halka aittir. Sanatın kökleri de derinlemesine, geniş, çalışan yığınların bağrına dolmalıdır.” (Lenin)

Formalizmden Büyük Yaşama Giderken
Devrimin hemen ardından yapılacak çokça iş vardır. Halkın müziği ile “sanatsal” müzik arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması bunlardan biri. Bu uçurum basitçe operaların, büyük senfonilerin, balelerin kapılarını halka açarak giderilemezdi. Bu sorun Sovyetlerin de tarif ettiği gibi sanatsal üretimler içerisinde halkın rahatlıkla ilgisini çekebileceği halk müziğinin kullanılması ve formalizmden tamamen uzaklaşıp gerçekçi müziğe yönelmekti. Formalizmi mahkum eden tartışmaları ve onu anlayamayan eleştirmenlerin, gerçekleri sulandıran saldırıları bugün bile ortalığı karıştırsa da, formalizm tartışması sosyalizmin inşa sürecinin var oldukça mahkum edeceği bir tartışmadır ve öyle de olmuştur. “ Sanatçılara devrimci ve estetik duygular dayatma niyeti yoktur. Böyle bir dayatmanın sonucunda ortaya çıkan sadece devrimci sanatın sahte taklitleri olabilir. Devrimin sanat alanında beklentisi şudur ki; sanatın formalizmden kurtuluşu ve yeniden asıl tanıma, yani büyük düşünmenin ve büyük yaşamanın güçlü ve sürükleyici ifadesine kavuşturmak.” (A. Lunaçarski) Her ne kadar bu tartışma başka bir yazının konusu olsa da Sovyet müziğini konuşurken bu tartışmaya değinmemek çok önemli bir eksikliktir.

Müzik ve Gerçek Yaşam
Bizzat Lenin’in imzaladığı kararnamelerin en başında, müzikle ilgili yayın yapan şirketlerin devletleştirilmesi, Petrograd ve Moskova Konservatuarları’nın Halk Eğitim Bakanlığı’na bağlanması idi. Ve ardından “devlet desteğiyle müziğin geliştirilmesi” kararı, devrimin ilk yıllarında açlık ve yoksullukla boğuşurken başladı. Tarihte ilk kez müzik eğitimi genel olarak yüksek eğitimle eşit temele oturtulmuş, yedi yıllık müzik eğitimi zorunlu kılınmış, onlarca yeni müzik okulu açılmış, senfoni orkestraları ve baleler kurulmuş, özel yetenekli öğrenciler devlet bursu ile özel eğitimler almışlardır. Moskova, Petrograd ve Kiev üçlüsünde ileri konservatuarlar kurulmuş ve başına çok önemli müzisyenler getirilmiştir. Eserleriyle dünyanın en çok sevilen müzisyenleri Şostakoviç, Prokokiyef, Stravinsky, Lev oborin, Aram Haçaturyan gibi müzisyenler, Sovyetler’in müzik politikaları çerçevesinde burslar almış, bu okullarda eğitim görmüşlerdir. 1920’lerde gerçekleştirilmeye Leningrad’da başlanan ve 1936’da Moskova’nın da katıldığı amatör sanatçılar olimpiyatları düzenlenmişti. Bu olimpiyatlar, büyük oranda açık hava olimpiyatlarıydı ve bütünsel kitle eğlencelerinin geliştirilmiş bir türüydü. Bu olimpiyatlarda yüz binlerce sanat topluluğu, korolar, dans toplulukları yer almıştı. Bu gösteriler geniş kitlelerin beğenisini geliştirmeyi ve sanatı milyonlarca emekçiye yaklaştırmaya can atan binlerce profesyonel müzisyen tarafından yönetiliyordu.
Sadece Rusya merkezinde değil, sosyalist kültür inşası tüm cumhuriyetlere yayılıyordu. SSCB Sovyet bestecileri birinci kongresinin ardından Rus olmayan cumhuriyetlerde müzik faaliyetleri daha da canlandı. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbeycan başta olmak üzere çok güçlü bestecilik okulları kurulmuş, bu ülkelerin halk müziklerinin özgünlüklerine uygun bu okullarda çok güzide eserler bestelenmiştir. Estonya, Litvanya, ve Letonya’da hiç olmadığı kadar yaratıcı çalışmalar üretilmiş, çoğunluğu gençlerden oluşan önemli bir genç müzisyen kuşağı Baltık ülkelerinin halk kültürünün sosyalizm koşullarında başarıyla gelişmesini sağlamışlardır. Ve sayısı iki binin üzerinde olan besteciler “SSCB Besteciler Birliği” adıyla örgütlenmiş, özel müzik fonlarıyla desteklenerek tüm zamanlarını beste yapmaya ayırmışlardır. Bu birliğe bağlı; Sovyet müziğinin tanıtılması için bir büro, Sovyet bestecilere ait yayınevi ve ülkenin çeşitli köşelerinde yaratıcı çalışma yapanlara ayrılmış birçok evleri vardır. Sadece Rus müziğine yönelik değil, dünya müziğine dair özel plak kitaplığı oluşturmuşlar ve isteyen herkes özel stüdyolarda bunları dinleyebilmiştir.

‘Yeni Zamanlara Yeni Ezgiler Gerek’
(Rus atasözü)
Sovyet müziğindeki bu atılımlar dünya halklarının da ilgisini SSCB’ye çekmişti. Lev Oborin 1927 yılında Varşova’da düzenlenen Chopin yarışmasında birincilik tacını giydikten sonra bu ilgi daha belirgin bir hale gelmiş ve ileriki yıllarda Los Angeles Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde düzenlenen bir müzik festivalinde konseri izleyen halk, Sovyet müziğini neden sevdiğini şöyle tarif etmiştir “Sovyet bestecileri müzikte evrensel ve kollektif duyguları yansıtıyor, dinleyicilere çağdaş insanın yaşamdan zevk alabileceğini, düş kurmaktan hoşlanabileceğini, nefret edip savaşabileceğini, karşıt siyasal inançlardan milyonlarca insanın, gönlüne en yakın duyguları tadabileceğini söylüyor.” Oysa aynı konseri izleyen halk çok yetenekli olan batılı müzisyenlerin müziğini; imgeler ve mesaj üzerine kurulu olarak, korku, çöküntü, sinirsel heyecanlılıklar ve yalnızlık duyguları yansıtmakla kaldığını tarif ediyor. İşte formalizm tartışmaları tam buraya oturuyor ve Sovyet müziğinin halka daha başka türlü gelmesini Moussorgski şöyle tarif ediyor: “Bu, bestecinin en yakınındaki dinleyicinin dar çevresine değil de halkın çoğunluğuna seslenen bir dildir”. “Halk için sanat” fikri, almış yürümüştür artık. Sovyetlerden başlayan bu yayılmanın en güzel örneği, Şostakoviç’in Leningrad Senfonisi’dir. Şostakoviç, Sovyetler’de en çok sevilen bestecilerden birisidir ve tüm melodileri Sovyet halkının dilindedir. Ki Sostakoviçin eserleri halk için sanat fikrinin ne kadar da gerçek bir tanım olduğunu göstermiş, İkinci Dünya savaşı sırasında faşist istilaya karşı Leningrad savunmasına katıldığı sıralarda yazdığı Leningrad Senfonisi, tüm dünyadaki anti-faşist dinleyicileri çoşturmuştur ve dünya halklarının kafasını karıştıran birçok eleştirmenlere de cevap niteliği taşıyarak, müziğin “çaptan düşmediği”ni ve müziği anlamanın zor olmadığını, halkın yaşamında en büyük önemi taşıyabileceğini, gericiliğe ve insanı yok etmek isteyen güçlere karşı toplu mücadelesinde esin verebileceğini kanıtlamıştır. Sovyet müziğine dair eksik bıraktığımız birçok şey vardır elbet. Sovyet sinemasının müziğe olan katkısından, sıradan halk kesimleri içerisinde yaygınlaşan koro deneyimlerine, formalizm tartışmaları ekseninde uluslararası alanda çarpıtılan onlarca tartışma konusuna kadar. Unutulmamalıdır ki, bunları bize yazdıran da, eksik kalanlar da büyük bir mirasın ürünüdür. Bu mirası bütün yönleriyle okumak ise geleceğimizdir.

Kaynaklar:
Sanat ve Edebiyat Üzerine/Marx-Engels-Lenin
Devrim ve Sanat-A. Lunaçarski
Müzik Üzerine Tartışmalar / Derleme/Evrensel Basım Yayın
Müzik Neyi Anlatır / Sidney Finkelstein

http://www.genchayat.evrensel.net/haber.php?haber_id=432

"Biz artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyoruz"


02/06/2009 14:49
image

Nâzım Hikmet'in sonsuzluğa karışmasının kırk altıncı yılında Nâzım Hikmet Kültür Merkezi tarafından bir açıklama yayımlanarak Nâzım'ın Türkiye topraklarındaki mücadelesi hatırlatıldı.

soL (HABER MERKEZİ) Nâzım Hikmet Kültür Merkezi tarafından yayımlanan açıklamada "Büyük şair Nâzım Hikmet'le aynı safta olmaktan, aynı mücadelenin içinde olmaktan dolayı duyduğumuz mutluluğu ve kıvancı, tüm Nâzım dostlarıyla paylaşıyoruz" denildi.

Açıklamanın devamı şu şekilde:

"Nâzım, bu toprakların yetiştirdiği en güzel yüzlerden biri, tıpkı Aziz Nesin, Ruhi Su, Yılmaz Güney gibi, tıpkı Behice Boran, Sümeyra Çakır, Sevgi Soysal gibi…

Nâzım’ı ve diğerlerini güzel yapan, çalışkanlıkları, inatları, entelektüel gelişkinlikleriydi. Güzelliklerinin ölçütü ise, sadece kendini ayakta tutmakta değil, başkalarını da ayakta tutabildikleri bir üretkenlikte saklıydı. Toplumsal eşitsizliklerden kişisel çıkarları için faydalanmayı tercih etmedi bu güzel insanlar. Tam tersine, bu eşitsizliklerin, yoksulluğun, gericileşmenin, ayrımcılığın, savaş çığırtkanlığının üstüne yürüdüler, böyle güzelleştiler.


Nâzım, işgal altındaki bir şehirde büyüdü ve bağımsızlık peşinde, Anadolu’nun yollarına düştü. Araştırdı, sorguladı; uzaktan laf yetiştirmeyi değil, mücadele etmeyi, mücadelenin içinde yer almayı tercih etti.

Bu tercihleri onu şu sonuca taşıdı:

“Toplumsal devrim hedefinden yoksun bir bağımsızlık savaşı kurmaca bir savaştır.”

Heyecan dolu bir yurtsever olarak bağımsızlık yolunun, eşitlik, özgürlük, kardeşlik zeminini döşemekten geçtiğini gördü.

Ve bu noktadan itibaren, tüm hayatını, tüm yaratıcılığını, tüm entelektüel birikimini, tüm heyecanını, ‘insanlığın gençliği’ olarak nitelediği sosyalizm mücadelesine adadı. Kendini adadıkça kendini geliştirmek zorunda hissetti; kendini geliştirdikçe, memleketinin ve tüm insanlığın ulu kurtuluş düşüne daha çok inandı, sevdi ve bağlandı…

Nâzım’ın, ekmeğe, kitaba hasret tüm insanlığın şairi olmasını sağlayan işte bu büyük sevdasıydı. Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya, Latin Amerika’dan Kuzey Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya kadar tüm “büyük insanlık” onun bu sevdasına, hasretine ve inadına inandı ve yürekten sevdi Nâzım’ı.

Onu düşünmek, güzel şey…

Onu düşünmek, ümitli şey…

Dünyanın en güzel sesinden, en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…


Nâzım Hikmet Kültür Merkezi olarak, ölümünün kırk altıncı yılında, bu büyük insanla, bu güzel insanla aynı safta olmaktan, aynı mücadelenin içinde olmaktan dolayı duyduğumuz mutluluğu ve kıvancı, tüm Nâzım dostlarıyla paylaşıyoruz.

Bu güzel şarkıyı dinlemekle yetinmeyip, memleketimizi ve tüm insanlığı aydınlık geleceğe taşıma mücadelesinde, onunla birlikte, Nâzım’la aynı safta yer alan tüm dostlarımızı da selamlıyoruz.


Büyük insanlığın en güzel şarkısını hep birlikte söylemek dileğiyle…

Selam ve teşekkürler sana Nâzım!"

Müzik Bölümü - Genel Bilgiler


Nâzım Hikmet Akademisi’nin eğitim anlayışının temeli bütüncül bir yaklaşıma oturmaktadır. Bu yaklaşım müziğin ulaşabildiğimiz bütün alanlarını kapsar ve kendini sanatın diğer alanları ile birlikte anlamayı ve anlatmayı öngörür. Bunu yaparken müziği ve müzik incelemelerini yalnızca seslerle açıklamak yerine, incelemekte olduğu konulara ve konulara bağlı sorunlara sosyokültürel zeminde ve verilerle yaklaşır. Müziğin hangi toplumsal, tarihsel, siyasal, ekonomik ve sosyal koşullarda oluştuğunu, müziğin kendisi kadar önemser ve buna bağlı olarak müziği tüm toplumsal oluşumlardan soyutlayan seçkinci yaklaşımlara karşı tavır geliştirir.


Günümüz müzik eğitim sistemlerinin, bireysel gelişimi ön plana çıkaran, müziğin herhangi “tek” bir alanında uzmanlaşmayı öngören ve müzisyenin kendini sadece bu alan üzerinden tarif etmesini öneren sistemler oldukları söylenebilir. Müzik eğitimi çalışmaları geçirimsiz bir bölgeye hapsedilmiş, yaşam ve yaşamsal dinamiklerle bağı en aza indirgenmiştir. Karşı eğitim çalışmaları ise geleneksel yapıyı zorlayıcı bir dirence ve yaygınlığa ulaşamamıştır. Hedefimiz;itim alanını genişletmek, geliştirmek, kolektif bir müzik anlayışını hayata geçirmektir. Bölümümüzde düşünen, konuşan, tartışan ve paylaşan bir müzisyen topluluğu amaçlanmıştır. Öğrencilerin bireysel gelişimlerini en sağlıklı ve yetkin biçimde sürdürmeleri, biriktirdiklerini kolektif bir anlayışa açık ve hazır tutmaları sağlanacaktır. Tüm bunlar geçmiş birikimlerden olabilecek en kapsamlı yararlanmayla gerçekleşecektir.
Bölüm üç ana dalda eğitim yapacaktır; ses ve çalgı bilgisi, müzikoloji, kayıt teknolojileri…


2009 – 2010 öğretim döneminde ses ve çalgı bilgisi ana dalı, 2010 – 2011 öğretim döneminde müzikoloji, 2011 – 2012 öğretim döneminde de kayıt teknolojileri ana dalı eğitime başlayacaktır. 2009 – 2010 öğretim döneminde eğitime başlayacak olan ses ve çalgı bilgisi ana dalının ders programı şu başlıklara bölünmektedir: Atölye dersleri, müzik kuramı dersleri, müzik tarihi dersleri, kuram/yöntem dersleri, seçmeli dersler ve seminerler.


Atölye derslerinin amacı öğrencinin seçtiği alanda yetkinleşmesi, müziğin tüm alanlarında araştıran, soruşturan ve tartışan bir kimlik edinmesidir. Bu dersler içerisinde yer alan Oda Korosu ve Oda Müziği dersleri, giderek baskın kimlik haline gelen “bireysellik” e karşı “kolektif üretim” i, “birlikte çalıp – birlikte söylemek” i önermektedir. Bu kolektif yaklaşım sadece atölye dersleriyle sınırlı olmayıp akademimizin varlık nedeni olarak algılanmalıdır. Müzik Tarihi dersleri müziğin gelişimini inceleyen, bu gelişmeleri toplumsal süreçlerle açıklamayı tercih eden ve diğer sanat dallarıyla etkileşimleri araştıran derslerdir. Kuram /Yöntem dersleri tarihsel, siyasal, ekonomik ve sosyolojik boyutlarıyla müziğin ele alındığı derslerimizdir. Bölüm dışı seçmeli dersler ve seminerler sanatsal ve bilimsel üretimin bütünselliğini vurgulamak, “değiştirmeye” dönük düşünsel dinamiklere alan açmak amacındadır. Seminerlerimiz düşünme, tartışma ve üretme alanlarını zenginleştirici içerik ve niteliktedir.

Müzik Bölümü - Ders İçerikleri


Çalgı sınıfları:
Çalgı Sınıfları, eğitimcilerimizin adına açılan sınıflardan oluşmaktadır. 2009-2010 öğretim yılında aşağıdaki 4 sınıf açılacak. Sonraki yıllarda yeni ve farklı çalgı sınıflarımız olacak. Tüm çalgı sınıflarının temelde ortak bir metodolojiyle hareket etmeleri öngörülmekle birlikte, inisiyatif, ağırlıklı olarak hoca – öğrenci ilişkisindedir. Öğrenci, seçeceği çalgı ile birlikte bu çalgıyı hangi eğitimciyle çalışacağını bilmektedir ve bu bilgiye dayalı tercihin akademi çalgı sınıflarında oluşturulmak istenen “usta – çırak” ilişkisine baştan katkı sağlayacağı varsayılmıştır. Ayşe Tütüncü Piyano Sınıfı’na 3, Erdal Erzincan Bağlama Sınıfı’na 6, Neşet Ruacan Gitar Sınıfı’na 6, Erkan Oğur Perdesiz Gitar Sınıfı’na “dört” öğrenci alınacaktır. Ayrıca Oğuz Büyükberber ile 6 kişilik bir Doğaçlama Sınıfı açılacaktır. Çeşitli çalgıların bir arada hem ortak disiplin etrafında hareket edebilmelerine hem de çalgıların kendilerini tek tek ifade edebilmelerine olanak veren, müziği içselleştirmenin en dolaysız yollarından biri olan “doğaçlama” yeteneğini geliştirmeyi amaçlayan bu bölüme, çalgılarında belli ölçülerde yol almış öğrenciler kabul edilecektir.

Ses sınıfları:
Ses Sınıfları için öngörülen yapı, çalgı sınıflarımızdaki ile örtüşmektedir. Şebnem Ünal ve Ufuk Karakoç Ses Sınıfları’nda, temel çalışmalardaki ve programdaki ortaklığın yanı sıra, hoca – öğrenci ilişkisinin belirleyiciliği esastır. Her iki sınıfa da “dört” öğrenci alınacaktır.

Müziksel İşitme/Okuma/Yazma 1:
Müziksel duyuş, nota okuma, nota çözümleme, kuramsal açılımlar, müzik literatüründe yerleşiklik kazanmış terimler, türler, ritimler, dikte gibi alanlarda pratik ve uygulamalı eğitimi içerir. Tüm bu alanların olanaklarını inceler.

Sosyo-Kültürel bağlamda Müzik Tarihi 1 “İlk kaynaklar, ikonografi, dini metinler, ortaçağ, rönesans “:

Müziğin gelişimini, sosyal, ekonomik ve siyasal tarih ve diğer sanat disiplinleriyle birlikte ele alır; müziği kültürel oluşumların gelişim süreci bağlamında ele alır ve inceler. Müzik biçim ve türlerinin tarihi gelişimlerini ve birbiriyle olan etkileşimlerini konu eder.

Dünya Müzik Kültürleri:

Dünyanın farklı yörelerindeki müzik kültürlerini araştırır, bunları karşılaştırmalı bir yaklaşımla inceler. Müzik ve kültür ilişkisinin yaşayan örneklerini, farklı coğrafyalar üzerinden analiz eder.

Seminer / Müzik ve Kültür

Kültür kavramından yola çıkarak, müzik – kültür ilişkisini her açıdan inceler. Bu ilişkinin, toplum içindeki örneklerini hem saha, hem de masa başı çalışmalarıyla araştırır. Bu inceleme ve araştırmalara bağlı olarak, her öğrencinin dönem sonunda kendi araştırmasını sunabileceği birer seminer konusu üzerinde toplu olarak çalışmayı öngörür.

Müziksel İşitme/Okuma/Yazma 2:

Müziksel duyuş, nota okuma, nota çözümleme, kuramsal açılımlar, müzik literatüründe yerleşiklik kazanmış terimler, türler, ritimler, dikte gibi alanlarda pratik ve uygulamalı eğitimi içerir. Tüm bu alanların olanaklarını inceler.

Sosyo-Kültürel bağlamda Müzik Tarihi 2 ” barok, klasik”
Müziğin gelişimini, sosyal, ekonomik ve siyasal tarih ve diğer sanat disiplinleriyle birlikte ele alır, müziği kültür tarihiyle paralel olarak inceler. Müzik biçim ve türlerinin tarihi gelişimlerini ve birbiriyle olan etkileşimlerini ele alır.

Müzik Türleri ve Biçimleri:
Müzik tür ve biçimlerini tanıyarak, bu türler ve biçimlerin tarihi gelişimlerini ve birbiriyle olan etkileşimlerini ele alır. Form analizi ve türleri tanımlayabilme becerilerini geliştirebilmeyi sağlar.

Seminer / Müzik - Metin İlişkisi:

Müzik – edebiyat ilişkisini, dönemler ve yapıtlar özelinde inceler. Edebî metinleri ve müzikle olan ilişkisini, seçilen yapıtlar üzerinden ele almak ve edebiyat-müzik ve edebi metin-müzik ilişkisini inceleyerek örnekler. Bu inceleme ve araştırmalara bağlı olarak, her öğrencinin dönem sonunda kendi araştırmasını sunabileceği birer seminer konusu üzerinde toplu olarak çalışmayı öngörür.

Müzik Bölümü - Seminer Listesi


Müzik ve Gelenek

Müzik ve Mimarlık

Müzik Psikolojisi

Müzik ve Sinema

Müzik ve Televizyon

Müzik ve Sanal Paylaşım

Müzik, Ritm ve Beden

Müzik ve Radyo

Elektronik Müzik ve Bestecilik

Popüler Müzik Araştırmaları

Müzik Terapisi

Müzik ve Matematik

Şostakoviç'i unutmadım - Doğan Hızlan


Doğan HIZLAN dhizlan@hurriyet.com.tr

Şostakoviç'i unutmadım

BAZI okurlarım bana sitemle uyarının bir sentez oluşturduğu e-postalar gönderdi.

2006 W.A. Mozart'ın doğumunun 250. yılıydı, aynı zamanda da ünlü Rus bestecisi Dimitri Şostakoviç'in (1906 - 1975) 100. doğum yıldönümü.

Okurlarım epeyce Mozart yazmama rağmen, Şostakoviç'i neden yazmadığımı soruyorlar.

Sanırım bugün bir ölçüde bunun yanıtını veriyorum.

Yazmadım ama ünlü besteci hakkında çıkan dergileri masamda biriktirdim.

Rahmetli Rauf Hoca'nın (Rauf Mutluay) güzel bir sözünü size anımsatayım: "İyi şeyin vakti geçmez."

"Şostakoviç-Hayatı ve Eserleri" kitabının başında, bestecinin sözünü okursanız, belki onun görüşü konusunda bir bilgi edinebilirsiniz: "Bir sanatçı için halk kitlelerinin her gün yeni başarılar elde ettiği bir çağda yaşamak ve yaratmak büyük bir mutluluktur."

Şostakoviç'in, yaşadığı dönem gereği müziği kadar siyasal tavrı da tartışılıyor.

İki aylık Andante müzik dergisinin kapağında, besteci için şu sorunun yanıtı aranıyor: "Sadık yoldaş mı? Gizli muhalif mi?"

* * *

BESTECİNİN ölümünden sonra Solomon Volkof tarafından yayımlanan Testimony (Tanıklık Tutanağı) kitabından sonra tartışmalar, müzikologları iki kutba ayırdı.

Peki eserleri bu konuya aydınlık getiriyor mu? Ya da ona karşı takınılan siyasal tavır nasıldı?

Bestecinin Birinci Keman Konçertosu'nu Sakari Oramo'nun yönettiği CBSO (City of Birmingham Symphony Orchestra) eşliğinde çalan kemancı Leila Josefowicz, tarihi yasaklama olayını anlatıyor.

Şostakoviç'in, iyi kemancı David Oistrakh'a ithaf ettiği bu konçerto, devrim karşıtı ve formalist bulunduğundan ancak 1955'te New York Filarmoni Orkestrası eşliğinde çalınabildi. 1936 yılında bestelediği Lady Macbeth'i de formalist olmakla suçlandı.

Oğlu Maxim Şostakoviç, babasının birçok eserini seslendirdi, aralarında kendine ithaf edilenler de vardı.

Hasan Uçarsu'nun Mahler'in Slav Ruhlu Várisi konuşmasında (Ersin Antep'in konuşması) iki ara başlık, sanırım üzerinde durulacak iki gerçekçi saptama:

Besteciliği Büyük Değil Ama Önemli

Rahatsız Etmeyen Bayağılık

* * *

ŞOSTAKOVİÇ'in Mozart için kitabındaki bir övgüyle yazımı noktalıyorum: "Benim için Mozart çocukluğumun en parlak, en mutlu anıları ile özdeşleşmiştir. Mozart, müziğin çocukluğudur, dünyaya canlandırıcı bir sevinç ve içsel bir armoni veren taze bahardır."

Yazarken, Şostakoviç'in 15 No'lu Senfonisi ile 2 No'lu Piyano Konçertosu'nu, Gadfly'dan seçmeler dinledim. Orkestra BBC Filarmoni, piyanist Martin Roscoe, şef Vassily Sinaisky idi.

Yararlandığım kaynaklar:

Şostakoviç-Hayatı ve Eserleri, Gelenek Yayınları.

Andante Dergisi, Eylül - Ekim 2006, Şostakoviç Özel Bölümü.

The Gramophone Dergisi, July 2006.

BBC Music Dergisi, February 2006.

Amadeus Dergisi, Ağustos sayısı.

Bu dergilerde bestecinin seçme CD'leri hakkında bilgi bulabilirsiniz.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5778259&yazarid=4

NATALIA GUTMAN / Sovyetler Birliği'nde çellonun org gibi tınlaması istenirdi

Rostropoviç'in öğrencisi Natalia Gutman, başta Schnittke olmak üzere çağdaş bestecilerin adına ithaf ettiği eserlerle, Şostakoviç yorumlarıyla şimdiden müzik tarihine geçmiş durumda. 66 yaşındaki Kazak asıllı çellist, son yıllarda piyanist Martha Argerich'le kaydettiği Schumann yorumlarıyla adından söz ettiriyor. 2008’in ilk günlerinde İstanbul’a geleceğini, Şostakoviç’in 1. Çello Konçertosu’nu seslendireceğini duyunca peşine düştük. Çevirmen arkadaşım Simla Yerlikaya'yla aradığımızda, Portekiz'in Porto kentindeydi. 1990'larda Bach'ın çello süitlerini gözden geçirken müzikal yaklaşımında köklü bir değişim yaşadığını, Rus ekolünden ve romantizmden gittikçe uzaklaştığını söylüyordu.

Gerek Schnittke gibi önemli bestecilerin size ithaf ettiği eserlerle gerekse hocanız Rostropoviç'le birlikte günümüzün en önemli Şostakoviç yorumcularından biri olmanız nedeniyle klasik müzik tarihinde önemli bir yere sahipsiniz. Bu şöhretin konser hayatınızda canınızı sıkacak, sizi üzecek şekilde bir dezavantaja dönüştüğü oluyor mu? Yani Schumann'ın çello konçertosunu çalmak isterken, konser organizatörlerinin talebiyle hep en çok bilindiğiniz eserleri çalmak zorunda kaldığınız oluyor mu?
-Şostakoviç, eğer yaşasaydı, geçtiğimiz sene 100 yaşında olacaktı. Bu yüzden geçtiğimiz sene onunla ilgili çok konuşuldu ve bana bu soruyu çok sık sordular. Ama benim cevabım hiç değişmedi: “Hayır. Şostakoviç çalmaktan hiç sıkılmadım.” Onun gibi bir ustanın eserlerini yorumlamamın istenmesi, beni ancak sevindirir. Çünkü Şostakoviç’in müziği zamanı ve mekanı olmayan, evrensel bir müzik. Bir devire ait değil. Gerçekten, son on senedir konser organizatörlerinden Şostakoviç çalmam yönünde yoğun bir talep geliyor. Ama dediğim gibi, Şostakoviç, çello için yazılmış en iyi iki – üç eserden birine imza atmış bestecidir. Organizatörlerin bu eserleri çalmam için bana gelmeleri, benim için ancak sevinç ve gurur kaynağı olur.
Oda müziği konserlerinde, resitallerde de benzer sorunla karşılaşıyor musunuz? Yoksa konser için oda müziği repertuvarı seçerken daha mı özgürsünüz?
-Tabii ki, bu alanda daha özgürüm. Çünkü kendi programımı, hazırlıyorum. Orkestra ile çalarken de öneriler yapıyoruz program konusunda, ama “ben” değil “biz” öneriler yapıyoruz. Sonuçta o önerilerin içinden 5-6 tanesi kabul ediliyor, ama haliyle bu kabul edilenler her zaman benim için en ilginç olan eserler olmuyor. Benim çalmak istediğim başka harika eserler de var. Sayıları çok fazla değil ama başka çok iyi eserler de var. Onları da çalmak istiyorum, ama tabii bu çok daha seyrek oluyor. Oda müziğinde ve tabii ki resitallerde bu parçalara yönelmem mümkün oluyor


Hocamı hayatımın son gününe kadar anacağım

Rostropoviç'in geçen nisanda kaybı müzik dünyasında geniş yankı uyandırdı. Hocanızın adı geçince aklınıza gelen ilk anekdot nedir, unutulmaz kayıtları arasında ilk aklınıza geleni hangisi?
-Açıkçası, anekdot ve anı anlatmak konusunda özel bir yeteneğim olduğunu söyleyemem. Anlattıklarım size ilginç gelir mi, onu da kestiremiyorum. Ama şunu söyleyebilirim, Rostropoviç ile ilgili hislerim çok büyük. Onun o harika müziği, beni her zaman çok heyecanlandırmıştır. Konservatuarda öğrencisi olduğum zamanları düşündüğümde, aslında zor zamanlardı. Çünkü öğrencilerinden talepleri her zaman çok yüksek olmuştur. En zor konçertolar bile söz konusu olduğunda, öğrencilerinin bir hafta içinde çalmasını bekleyen bir hocaydı. Derslerinin temposu inanılmaz yüksekti. Ama bu yüksek tempoda giderken, öğrencileri asla sıkmaz, bunaltmazdı. Öğrenciler için orada öğrenilen her şey, bulunmaz bir nimet gibiydi. Ve sonuçta da ondan eğitim alan kişiler, değişik zorluklar karşısında daha çabuk hareket etme kabiliyetini göstermeye başlardı. Yaptığı her şey, attığı her adım hem çok ilginç, hem de inanılmaz anlamlı olurdu. Aslına bakarsanız, ben onun bu tarzında o kadar zorlanmıyordum. Bana göre o dersler, sanki bayram havasında geçiyordu. Sadece çellistler değil, farklı enstrüman çalan öğrenciler de onun derslerine girerdi. En azından 20-30 kişi olurdu mutlaka her dersinde. Onu hayatımın son gününe kadar hatırlayacağım. Benim ne zaman, neye ihtiyacım olduğunu çok iyi bilirdi, ve emin olun böyle birinin yanınızda olması harika bir şey. Bir öğretmen olarak harika olduğunu söyleyebilirim bu yüzden. Şimdi her gün onu ve hayatımda bıraktığı boşluğu düşünüyorum… Eksiksiz her gün…

Romantizmden gittikçe uzaklaşıyorum

10 yıl önceki bir röportajda, çello repertuvarının zirvelerinden biri kabul edilen Bach'ın Çello Süitleri'ne yaklaşımınızın bir süre önce köklü şekilde değiştiğini söylüyorsunuz. Tüm süitleri seslendirdiğiniz birçok önemli konser verdiniz. 6 süitle bu yakın ilişki, yorum konusundaki sorgulamalarınız diğer bestecilere ve en genelinde yorum konusuna bakışınızda köklü değişime yol açtı mı? Açtıysa nasıl?
-Mevzu Bach olunca, sürekli değişim söz konusu. Bana kalırsa hiç kimse, Bach’ın 6 çello süitini üst üste iki kere, aynı şekilde, aynı stilde çalmayı beceremez. Bir performanstan diğerine mutlaka farklılık gösterir çalışınız. Bach çalabilmek için çok yüksek konsantrasyon gerekir. Ve çok basit şekilde söyleyeyim; diyelim ki, esere başladığınız tempo her zamankinden biraz daha farklıysa, tüm eserin akışı değişir. Ortaya bambaşka bir şey çıkar. Çaldığınız zamanki ruh durumunuz bile stilinizi etkileyebilir. Prensipte, her çaldığınız, diğerinden farklıdır. Zaten bu eserlerin Bach’ın elinden çıkmış notaları yoktur. Bestecinin eşi Anna Magdalena Bach’ın derlediği notalar, bana kalırsa eserleri en doğru olan şekilde yansıtıyor, ve artık birçok müzisyen de onun yazımını baz alarak çalıyor. Eskiden her çellist kendine göre yorumlardı bu eserleri. Tabii bu stilinizdeki genel değişimlerin bir sonucu. Mesela eskiden, Sovyetler Birliği’ndeyken Bach yorumumuz çok romantik olurdu. Çellonun org gibi ses çıkarması gerektiği düşünülürdü. Şimdi bu akımdan, bu teoriden uzaklaşmış olduğumu söyleyebilirim, ve bu tabii bu durum orkestra konserlerime de yansıyor. Romantizmden uzaklaşarak daha doğru bir stile doğru gittiğimi düşünüyorum. Ama bu değişim hâlâ sürüyor.

Gençlerden çok şey öğreniyorum

Şu anda olgunluk döneminde, müzik hayatınızın en kıymetli yıllarındasınız, konserleri ne kadar daha sürdürmeyi planlıyorsunuz? Bu süre için ne gibi planlarınız var? Örneğin orkestra konserlerini azaltıp, oda müziğine ağırlık vermek, belirli bir çağın ya da bestecinin eserlerine odaklanmak gibi projeniz var mı?
-Daha yapmak istediğim çok şey var. Birincisi Rostropoviç’e ithaf edilen, mükemmel eserleri yorumlamak istiyorum. Onun için yazılan bir çok eser var. Bunların bir kısmı sadece iyi. Bir kısmı mükemmel. Eğer menajerlerle bu konuda anlaşabilirsem, önümüzdeki dönemde bu eserleri yorumlayacağım birkaç konser vermeyi planlıyorum. Lutoslavski, Britten ve Schnittke’ye yoğunlaşmak istiyorum. Kesinlikle yeni şeyler öğrenmeye devam edeceğim. Bach’ın eserlerine daha çok konsantre olmak istiyorum. Ve genç müzisyenlerle oda müziği yapmak istiyorum. Gençlerle çalmayı çok seviyorum, çünkü benim için en büyük ders her zaman genç insanlarla çalışmak oluyor. Onlardan yeni şeyler öğreniyorum.
Hayatınızda zaman kaybı olarak değerlendirdiğiniz bir dönem var mı; geri dönüp değiştirmek isteseniz bu dönemi nasıl değiştirirdiniz?
-Aslında şimdi baktığımda, hayatımın birçok noktasında memnun olmadığım zamanlar var. Ama benim şöyle bir kuralım var, kendime “Keşke şunu şöyle yapsaydım, ya da yapmasaydım. Veya keşke şunu değiştirebilseydim“ demeyi yasaklıyorum. Çünkü artık geçmiş, gitmiş şeyler bunlar. Ve “Neden böyle oldu” “Ah ne yazık!” gibi şeyler söyleyip, evhamlı dolaşmaya vaktim yok.

Ekollerin ortadan kalkması çello için avantaj

Müzikte, çello yorumculuğunda ekollerin çok egemen olduğu bir çağda, ortamda yetiştiniz. Ekollerin çok egemen olduğu uzun yıllar boyunca yorumculuk yaptınız. Bugün ekoller neredeyse ortadan kalktı. Genç kuşağın önde gelen yorumcularına baktığınızda gelişmeyi bir kayıp mı, yoksa kazanç olarak mı görüyorsunuz?
-Doğru, artık öyle ekollerden, Rus veya Alman tarzındaki farklılıklardan bahsedemeyiz. Ama bu durum çello için kesinlikle bir avantajdır. Şimdi daha çok sayıda, çellistler yetişiyor. İyi okullara gidiyorlar, iyi eğitim alıyorlar. Müzik teknolojisi ve enstrümanlar açısından Rus ekolü her zaman güçlüydü ve eskiden dünyanın farklı yerlerinden bile olsalar, birçok çellist Rus hocaların eğitiminden geçerdi. Artık bu hocaların ve onların eskiden yetiştirdiği öğrencilerin torunları öğrenci oldu. Hepsi farklı kültürlerden, kendi özel birikimleriyle bu sektöre giriyorlar. Her yeni gelen kendi kültüründen öğeler getiriyor ve bu da çello dünyasını zenginleştiriyor. Zaten ben bu yüzden, gençlerle çalmaktan daha büyük zevk alıyorum. Sadece çellist olanları kastetmiyorum, diğer enstrümanları çalan gençlerle çalışmayı da çok seviyorum.

Yetenekli öğrencim Benyamin başına buyruktur

Türk yorumcular, bestecilerle yolunuz kesişti mi hiç?
-Evet, çok yetenekli Türk müzisyenler olduğunu biliyorum. Mesela Benyamin Sönmez bir aralar benim öğrencimdi. Stuttgart’a gelmişti. 2-3 yıl kadar beraber çalışmalar yaptık. Hatta, bir keresinde Moskova’ya gitmiştik ve o Moskova’ya aşık olmuştu. Benyamin çok yetenekli bir öğrenciydi. Ama öğrenci düzenine göre yaşamak ile ilgili sorunları vardı. Kendi isteklerinin peşinde giden bir yapısı vardı. Sınavları ertelerdi. Bu tabii okulda sorun oluyordu, ama ben her zaman onun yanında oldum, çünkü çok yetenekli olduğuna ve büyük bir çellist olacağına inanıyordum. Şimdi Türkiye’de olduğunu ve çalmaya devam ettiğini biliyorum. Ama nasıl olduğuna dair, detaylardan tam olarak haberdar değilim.
İstanbul'da seslendireceğiniz Şostakoviç'in 1. Çello Konçertosu için son 45 yılda çok şey yazıldı, söylendi. Kimileri eserin Boris Pasternak'ın Nobeli aldıktan sonra Sovyetler'de dışlanmasına tepki olarak bestelendiğini söyledi, kimileri Gürcü halk ezgisi Suliko'dan temelar kullanılarak Stalin'le alay edildiğini ileri sürdü. Siz bu dönemi yaşayan bir müzikçi ve yorumcusunuz. Eseri seslendirirken, gözünüzün önünden neler geçiyor?
-Aslında İstanbul’da Şostakoviç’in birinci çello konçertosunu çalacak olmak, benim için biraz şok oldu diyebilirim. Geçen sene geldiğimde de birinciyi çaldığım için, bu yıl ikinciyi çalacağımı düşünüyordum. Neden tekrar birinciyi çalmamın istendiğini de pek anlayamadım açıkçası. Gerçekten üzüldüm bu duruma. Eseri çalarken, benim neler düşündüğüm sorusuna gelince… Ona cevap vermem çok zor, çünkü çalarken gözümün önünden geçen şeyler, bir bakıma sırdır benim için. Ama şu kadarını söyleyebilirim, o yorum esnasında Şostakoviç’in nasıl bir deha olduğunu düşünüyorum. Onun için “derisi olmayan bir insan” diyebiliriz. Yani dünyada, hayatta gerçekleşen olaylara, acılara ve korkunçluklara karşı çok hassastır. Müziğinde de haliyle bunun izleri vardır. Anormal bir dehaya sahiptir. Onun hakkında arkadaşım Elizabeth Wilson’un yazdığı bir kitap yaşamını çok güzel anlatır. Eserle ilgili anlatılan efsanelere gelince, bir Gürcü türküsünden pasajlar kullanıldığı tartışılmaz bir gerçek. O türkü de, Stalin’in yaşadığı bir Gürcü şehrinden gelir ve çok sarkastik bir türküdür. Yani Stalin ile alay etme amacıyla yazıldığını söyleyen yorumda bir doğruluk payı var.
İstanbul’a gelmeden önce buradaki dinleyicilerinize iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
-İstanbul’a geleceğim için çok mutluyum ve İstanbul’u çok seviyorum. Tabii ki, daha çok azını görebildim. Ama çok enteresan bir şehir bence. Beni üzen tek bir şey var. O da konserimde aynı eseri bir kez daha çalacak olmam. Sanki başladığım bir öyküyü bitiremiyor gibi hissediyorum. O yüzden dinleyicilere, bunun benim suçum olmadığını, bu kararın benim olmadığını söylemek istiyorum. Ben aslında bu defa 2. konçertoyu çalmak istiyordum. Şostakoviç’in birinci çello konçertosu da tabii çok güzeldir, ama bana kalırsa ikincisi daha derin, daha anlamlıdır.
(Serhan Yedig / 19 Ocak 2008 / Hürriyet)

Fotoğraflar: Beni Kaufmann


http://www.muziksoylesileri.net/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=223&Itemid=44

Bir sanatçı duruşu: Şostakoviç - NHKM Müzisyenler Atölyesi


Bir sanatçı duruşu: Şostakoviç
23 Ekim 2007, Salı

NHKM Müzisyenler Atölyesi, 2006 Eylül’ünde Şostakoviç’in 100. doğum yıldönümünde “Bir Sanatçı Duruşu: Şostakoviç” çalışmasını gündemine aldı. Ve bu çalışmayı 2007 Mayıs ayından itibaren bir radyo programıyla devam ettirdi. Bu radyo programının tamamlanması ise güzel bir tesadüfle Ekim Devrimi’nin 90. yıldönümüne denk geldi.

Şostakoviç’i yaratan dönemi, öncesi ve sonrasıyla birlikte karşılaştırmalı olarak araştıran, eserleri ve hayatıyla her Pazar Açık Radyo’da dinleyicilere sunan NHKM Müzisyenler Atölyesi’nden Emin İgüs, Seyhan Şahin, Nimet Çakıcı ve Özgür Ay’ın, Ekim Devrimi’nin 90. yıldönümü vesilesiyle Şostakoviç çalışmaları üzerine yaptıkları söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Nimet Çakıcı: Öncelikle radyo programımızın adını Emin İgüs’ün önerisiyle “Bir Sanatçı Duruşu: Şostakoviç” koyduğumuzu belirtmeliyim. Aslında bu adla yol almamızda, sahip çıktığımız değerlerin bize sunduğu “kabuller”in çok yardımı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Şostakoviç çalışmamızın başlangıç noktası objektif olmayı işaret etse de, geçmişe objektif olarak bakmanın her ne olursa olsun, sonucu itibariyle bir öznel ağırlığı mutlaka oluyor. Buna bağlı olarak, radyo programını gerçekleştirmemizin, Şostakoviç’in hayatıyla, müziğiyle ve en önemlisi de yaşadığı tarihle kurduğu ilişkiye tanıklık etmemizin tahminimizin de ötesinde sonuçları oldu. Bu sonuçlardan en temel olanı , “Bir Sanatçı Duruşu: Şostakoviç” sözünün ağırlığına ve dayandığı karşılığa duyduğumuz saygının kat be kat artması…

Şimdi bu çalışmaya, birikimi ve özverisiyle yön veren sevgili Emin İgüs’le, Açık Radyo’da Şostakoviç’le ilgili program yapma düşüncesinin Müzisyenler Atölyesi’nin gündemine nasıl geldiğinden, bu fikrin nasıl oluştuğundan bahsederek sohbetimize başlayabilir miyiz?

Emin İgüs: Tabi. 2006 Şotakoviç’in 100. doğum yılıydı, buna bağlı olarak dünya sahnelerinde birçok Şostakoviç yapıtı seslendirildi ve besteci hakkında birçok yazı yayınlandı. Bu yazıların birçoğu da ne yazık ki, Solomon Volkov’un “ Tanıklık Tutanağı” isimli kitabını referans alarak yazılmış yazılardı. Hâlbuki Şostakoviç, bir tek kaynağa dayanarak anlaşılacak ve yazılacak bir besteci değil ya da öyle olmamalı. “Daha farklı ve çoklu kanalları zorlayarak ne yapabiliriz” diye sorduk kendi kendimize ve Müzisyenler Atölyesi’nde bir gündem oluşturduk; bu gündemin etrafında da çalışmaya koyulduk ve tam da 100. yaş günü olan 25 Eylül 2006’da ön çalışmalarımızı toparladığımız bir toplantıyla yola koyulduk. Bundan sonraki süreçte bu çalışmaların bir radyo programı olup olamaması konusunda fikir yürütmeye başladık ve nihayetinde 6 Mayıs 2007 tarihinde Açık Radyo’da 26 hafta sürecek olan bir programa başladık.

Seyhan Şahin: Şostakoviç konusu Müzisyenler Atölyesi’ne geldiğinde uzun süre tartıştık. İlk olarak, Şostakoviç, yaşadığı dönem itibarı ile (1906-1976) dünya tarihinde çok önemli bir döneme tanıklık etmişti ve bunu da bir sanatçı olarak karşılamış, üretimleri sırasında çok önemli gerilimlerle karşılaşmış bir insandı. Bir taraftan bakıldığında da 20.yüzyılın en önemli bestecilerinden biri olarak kabul ediliyordu. Ama biraz önce Emin’in bahsettiği gibi besteci-müzik kriterleri değil de daha çok siyasi kriterler baz alınarak anlatılmaya çalışılıyordu. Bunu biraz daha araştırmaya başladıktan sonra, durumu daha net görmeye başladık ve başka bir pencereden bakabilir miyiz diye düşündük ve çalışmak için karar aldık, 6 Mayıs 2007 tarihinden itibaren de bu çalışmalarımızı radyo da dinleyicilerle paylaşmaya başlamış olduk ve sanıyorum belirli bir ölçüde de başarılı da olduk.

Emin İgüs: Dünya yakın geçmişte 74 yıllık bir Sovyetler Birliği deneyimi yaşadı. Bu deneyim siyasi anlamda, bugün yaşadığımız dünyada ciddi bir red ile karşılanmakla birlikte kültürel anlamda daha da yoğun bir yok saymayla anılıyor ya da hiç anılmıyor. Hâlbuki bu 74 yıllık deneyimin, durduğunuz yer neresi olursa olsun, dünyaya nereden bakarsanız bakın, insanlık tarihi için çok önemli bir deneyim olduğu açıktır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlayan Soğuk Savaş sürecinin Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecini getirmesi ile bu dönemde yaratılmış bütün kültürel değerler de yok sayılmıştır. Hâlbuki bizler, sadece siyasi tercihlerimize göre değil insanlık tarihi adına bu 74 yıllık kültür birikimine sağlıklı bir şekilde sahip çıkılması gerektiğine inanıyoruz. İşte bu yüzden hemen hemen bütün SSCB dönemine tanıklık etmiş olan Şostakoviç’i konu edinerek bir anlamda SSCB’nin kültürel yaşamına da bakmaya talip olduk.

Nimet Çakıcı: Buradan devam edecek olursak, dosya çalışmamıza başlamadan önce Kemal Okuyan, dönemin siyasi ve kültürel yapısına dair birikimlerini bir sunumla Müzisyenler Atölyesi’nde paylaşmıştı. Ve işte o sunumdan hafızamıza kazınan “Ekim Devrimi ideallerinin uygulanması sürecinin, kültür-sanat hayatına bir gerilim unsuru olarak yansıması” tespiti önemli bir referans noktası oldu bizim için. Bunu biraz açıklamaya çalışırsak…

Hepimizin bildiği gibi Ekim Devrimi 1800’lü yıllarla başlayan bir süreç aslında. Yani 1917’yi önceleyen sürecin arka planı özellikle kültür-sanat adına önemli kodlar sunmuş. Başa sararsak… Sovyetler’in ilk kültür bakanlığını dönemin önemli entelektüellerinden Lunaçarski yaptı. Bu dönem tam da Lenin’le başlayan, geçmiş dönemin kültürel mirasını koruma ve halkla bütünleştirme çağrılarının yapıldığı dönem. Ve tabi Sovyetler’in kuruluş süreci sancılarının baş gösterdiği dönem… (Bu sancılar o topraklarda yaşayan herkesin, her şeyin “daha iyisi için” yaşadığı sancılardı…) İşte bu dönemi kültür hayatında hızla, Lunaçarski’nin bayrağını resmi olmayan bir şekilde Gorki’ye devrettiği dönem takip etti. Bundan sonrası yine kültür-sanat alanında artık hem Şostakoviç hem de genel olarak Sovyet sanatçıları için her anlamıyla gerilim unsurunun önplana çıktığını söyleyebiliriz. Bu gerilimin haklı sayılabilecek sebepleri elbette vardı. Buna ABD’deki ‘29 bunalımını ve Avrupa’daki toplumsal çürümeyi kaynak olarak gösterilebiliriz. Gorki, işte bu süreçte kültürel anlamda yürüttüğü politikalarla sanatçılar nezdinde ciddi riskler almıştır. Bir tür korumacılık refleksiyle, “batıdaki çürümeye karşı” Sovyet sanatının kapılarını belli ölçülerde dışarıya kapattı. İşte tüm bu sancılar ve sonrasındaki dönem bir müzisyen için hakikatten ülkesine ve insanlarına karşı bambaşka bir duyarlılığı da korumasını gerektiren (sınırlı da olsa) öznellikler sunmuş.

Evet devamı ise zaten İkinci Dünya Savaşı ve savaşın izlerini taşıyor. Ve bu izlerin özellikle sanatçılar üzerinde yarattığı mistisist ve hümanist etkiler var. Fakat işte Şostakoviç’in bir sanatçı duruşu tanımlamasını hak etmesinin önemini her dönem olduğu gibi bu dönemde daha çok fark ediyoruz. Özellikle makalelerinde kendisinin, devrimin ideallerine olan bağlılığına tanık olabilirsiniz. Ve yine özellikle bu ideallerin kültür-sanat alanına da taşınmak istenmesine ve Şostakoviç’in bunları konservatuardaki genç öğrencileriyle paylaştığına da…

Bu sancılı dönemin Sovyet sanatçılarının ve özellikle Şostakoviç’in sürekli üretimiyle sonuçlanması çok önemli.

Bu durum kültür-sanat alanında da karşı kutbun oklarına maruz bırakmıştır bestecimizi. İşte Şostakoviç’i dosya konusu yapmamızın önemli bir sebebi de; bir müzisyenin eserlerinden çok yaşadığı dönem ve yine o dönem içinde yaşadığı gerilimlerin daha fazla ilgi görmesi, sayfalarca yazılması, analiz edilmesi ve hatta bazen, “kendisinin anlatamadıkları” ibaresiyle yazılı kaynak haline getirilmiş olması...

Bu birinci sebebin ışığında, tüm süreci enine boyuna Şostakoviç’in kendi hayatı ve yazdıklarıyla (aslında Şostakoviç kendisi hakkında kuşku bırakmayacak açıklıkta ve özde tüm yaşadıklarını her anıyla kaleme almış) karşılaştırmaya ve kavramaya çalıştık. Bu arada karşılaştırmalar esnasında bazen yüzümüzü güldüren, bazen “yok artık” dedirten enteresan anekdotlara rastladığımız oldu.

Özgür Ay: Benim ek olarak söyleyebileceğim şu olabilir; Şostakoviç bir sanatçı olarak SSCB’de yaşadığı tüm gerilimlere rağmen ülkesinde kalmış bir sanatçı… Mesela Prokofyev ülkesini terk etmiş ancak daha sonra geri dönmüştür, Haçaturyan, Kabalevski, Tanayev gibi besteciler de… Şimdilerde yazıldığı gibi ağır şartlar altında müzik yapmışlarsa ve buna rağmen ülkelerini terk etmemişlerse (ki bu fırsatları her zaman vardı), bu bile Emin ağabeyin dediği gibi 74 yıllık bir deneyimin yok sayılmasının pek de mantıklı olmadığı sonucunu çıkarır.

Nimet Çakıcı: Kendimize kışkırtıcı bir soru soracağım… Şostakoviç, konusu itibariyle Müzisyenler Atölyesi için bir hesaplaşma konusu muydu? Nasıl bir amaç ya da ne tür bir iddia barındırıyor bu çalışma?

Özgür Ay: Biz müzik tarihçisi değiliz, müzik eleştirmeni de değiliz. Biz bu konuyu ele alırken mümkün olduğunca objektif olmaya çalıştık. Yaptığımız araştırmaları, etkinliklerimiz ve söyleşilerden edindiğimiz bilgileri, kitaplardan okuduklarımızı toparlayarak dinleyici ile paylaşmaya çalıştık. Şostakoviç’i araştırırken amacımız, SSCB’de uygulanan kültür politikalarının karşısında ya da yanında olmak değildi. Konuya mümkün olan en objektif haliyle yaklaşmaktı amacımız. Siyasi bir görüşümüz var tabii ki. Ancak bu görüşümüzün gerçekleri gölgelemesine izin vermemeye çalıstık. SSCB’de, besteciye yapılan haksızlıkları da kabul ettik. Çünkü bunlar da birer gerçekti. Ancak, Volkov’un kitabı başta olmak üzere incelediğimiz kitaplar ve okuduğumuz birçok yazıda da şunu gördük, bestecinin yaptığı sözsüz müziklerine bizzat bestecinin bir düşünce belirtmemesine rağmen, birçok eleştirmenin yaptığı yorumların ne kadar kişisel ve gerçeklikten uzak olduğunu fark ettik. Ya da yapılan yorumlar çok da gerçekçi, daha doğrusu samimi gelmedi doğrusu. İşte bu yüzden Şostakoviç programında genelde konuştuk tartıştık. Daha fazla müziğe yer verebilirdik ama o zaman program çok sıradan bir program olurdu diye düşünüyorum. Sonuç olarak bu programda dinleyicilere bazı sorular sordurabildiğimizi, daha gerçekçi bazı bilgiler sunabildiğimizi sanıyorum.

Seyhan Sahin: Çoğu müzik eleştirmenlerinin yazılarında, Şostakoviç’in hemen her eserinde SSCB’de yaşadığı sıkıntıları anlatmak istediğini okuduk. Sanki besteci her eserinde SSCB’deki politikaları hicvediyormuş gibi... Hatta Özgür’ün de bahsettiği gibi sözsüz eserleri için bile müzik dışında öyle anlamlar çıkarılmıştı ki, işin başka taraflarına da bakmak gerekliliği zaten doğdu. Tabii ki madalyonun diğer yüzünde de tuzağa düşebilirdik. Dolayısıyla tarafsız ve daha bilimsel bakmaya çalıştık. Burada da mümkün olduğunca bestecinin kendi sözlerine kulak verdik. Çünkü Şostakoviç’in içinde yer aldığı kültürün tek taraflı değerlendirmesi vardı ortada ve biz tüm bu tek taraflı yorumlara karşılık olarak, besteci bizzat neler yapmış, neler söylemiş ona bakmaya çalıştık. Şostakoviç, çok güçlü olmasına rağmen, yurt dışında da tanınmasına rağmen ülkesinde kalmayı tercih etti. Bütün programlarımızda Gelenek Yayınları’ndan çıkan, bestecinin kendi yazılarından derlenen “Şostakoviç’in Eserleri ve Hayatı” isimli kitaptan alıntılar yaptık. Bu kitapta okuduklarımızda ise yapılan yorumlardan farklı olarak, bestecinin son yıllarına kadar ülkesindeki kültür politikaları ile ne kadar ilgilendiğini, ülkenin hemen her yerini gezdiğini buradaki sanat etkinliklerini desteklediğini sadece bir müzisyen değil aynı zamanda bir kültür elçisi gibi hareket ettiğini gördük. Sonuç olarak besteci, devlet kademelerindeki insanlarla ciddi gerilimlere girmiş ama ülkesinde kalmayı tercih etmişti.

Özgur Ay: Sonuç olarak dünyanın sayılı bestecilerinden olmasına rağmen ve dünya kültüründe önemli bir saygınlığı varken Prokofiev ve diğerlerini yeniden yurduna geri döndüren nedenler ile Şostakoviç’in kalmasını sağlayan nedenlerin, ciddi bir kesişim noktası olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir örnek verelim, bakın Şostakoviç 14. senfonisi için ne diyor:

“…14. Senfoniyi büyük bir hızla yazdım. Bu konudaki ilk düşüncelerim 1962 yılına kadar gidiyor. Mussorgski’nin her zaman hayranlık duyduğum eseri “ Ölümün Şarkı ve Dansları”nın orkestrasyonunu gerçekleştiriyordum, bu eserin tek eksikliğinin kısalığı olduğunu düşünüyordum, tüm bir dizi sadece dört başlıktan oluşuyordu. Cesaretimi toplayıp bu diziyi sürdürüp sürdüremeyeceğimi düşündüm. Ancak o dönem bu zorlu görevin altından nasıl kalkacağımı bulamadım. Böylece büyük Rus ve yabancı klasik müzik eserlerini dinlemeye koyuldum. Aşk, yaşam, ölüm gibi “ebedi” temalarla uğraşırken sahip oldukları bilgelik ve sanatsal güç beni bir kez daha çarptı. Ben de yeni senfonimde kendi yaklaşımımı gerçekleştirmeye çalıştım… Nikolay Ostrovski’nin şu sözleri beni etkiledi: ‘İnsanın sahip olduğu en değerli şey yaşamdır.’ Bir insan ölüm döşeğindeyken şunları diyebilmelidir: Bütün yaşamımım ve enerjimi dünyadaki en güzel şeye, insanoğlunun özgürleşmesi mücadelesine adadım. Benjamin Britten’e adadığım yeni senfonimi dinlerken izleyicilerin bunları düşünmesini bekliyorum. Sosyalist bir toplum adına ileri sürülen en iyi ve ilerici düşünceler hatırına, ülkeleri ve halkları hatırına, onları dürüst ve yapıcı bir şekilde yaşamaya zorlayan şeyin ne olduğunu düşünmelerini istiyorum. Bu senfoniyi bestelerken aklımdan geçen düşünceler bunlardı.” (Kaynak: Şostakoviç Hayatı ve Eserleri, Gelenek Yayınları)

Simdi bu senfoni için yapılan elimize geçen bir yorum:

“Bu senfoni çoğu zaman (Soljenitsin ve Lev Lebedinski dâhil) karamsar bir çalışma olarak nitelendi. Bazılarına göre diktatörlerin keyfi uygulamaları sonucu ölen masum insanlara yapılmış göndermeydi”…

Şimdi burada kararı okurlara bırakıyorum, lütfen kararı siz verin.

Nimet Çakıcı: Çehov’un, “kayıtsızlık ruhun felcidir, bir çeşit erken ölümdür” sözü Şostakoviç’in hayatıyla da anlam buluyor. Şostakoviç bu sözü adeta hayatı boyunca üzerinde taşımış gibi… Hatta hayatının her kesitinde müziğini bu sözle var etmiş gibi. Sermaye düzeninin sanatçıyı sıkıştırdığı “kayıtsızlık” cenderesinden kurtulmuş, toplumuyla, tarihle, siyasetle soluk alıp vermiş. Sadece eserlerine baktığınızda bile ülkesinden, insanlarından, hayallerinden izler taşıdığını rahatlıkla anlarsınız. Çünkü Şostakoviç’in, kendi gelişkinliği ile ülkesinin ideallerini her şart ve koşulda, bir doğrultu etrafında sürekli üreterek buluşturma gayreti her zaman koruduğu duyarlılığının bir kanıtı... Tüm bunların zaten kendi içinde bir doğrultu tarif ettiğini düşünüyorum. Bizim çalışmamızın en azından şu an için ve kavram olarak bir hesaplaşmadan çok bir kavrayış ya da anlama çabası olduğunu söyleyebilirim.

Emin İgüs: Elbette… Şostakoviç dosyasının iki temel amacı vardı. Birincisi Şostakoviç dosyasının Müzisyenler Atölyesi’nin, kendi içinde temel prensibi olan, atölyede çalışan herkesin birbirinin hem öğrencisi hem de öğretmeni olmasına katkıda bulunması idi. Bu açıdan bakıldığında bu çalışma, katılan herkes için öğretici olmuştur. Araştırmalarımızı birbirimize aktarmak, tartışmak ve paylaşmak; nihayetinde de ortak akıl yürütmek adına çok yol katettiğimizi düşünüyorum. İkinci ve temel amaç ise; Şostakoviç’i ve SSCB’nin kültürel yaşamını tanımak ve anlamaktı... Bu ülkedeki kültürü, bu kültürün emekçilerini, bu kültürün emekçilerinin hayata nasıl baktıklarını, hayati nasıl algıladıklarını ve bu kültür emekçilerinin algıladıklarını nasıl hayata geçirdiklerini merak ettik. Bunu anlamaya çalışmak önemliydi, çünkü soğuk kültürel savaş süreci başka bir boyutta devam ediyor ve tek taraflı bir kültürel işgale dönmüş durumda... Bugün bu kültürel işgale karşı bir karşı duruş oluşturacaksak, en azından bunun için çaba sarf edeceksek, Şostakoviç gibi, Ruhi Su gibi, Nâzım Hikmet gibi, Aziz Nesin gibi, Yılmaz Güney gibi insanlara ihtiyacımız var. Bu insanlara duyduğumuz ihtiyacı da, ancak bu insanları doğru ve daha kapsamlı tanıyarak anlamlı kılabiliriz. İşte Şostakoviç çalışmasının bir hedefi de buydu ve buradan baktığımızda bu çalışma oldukça başarılı olmuştur. Ben bu çalışmadan çok şey öğrendim ama asıl öğrendiğim şey “bir sanatçı duruşu”dur , “bir sanatçı duruşu”nun nasıl olduğuna dair ipuçlarıdır.

Nimet Çakıcı: Geçen yıldan beri belli çevrelerin yine belli başlıklar çerçevesinde Şostakoviç’i tartıştıklarını takip ediyoruz. Bir dönem dünyadaki her tür gelişmenin bir üst belirleyeni haline gelen iki kutuplu dünyadan, 2007 yılına geldiğimizde ve ülkemize baktığımızda Şostakoviç nerede duruyor?

Emin İgüs: Ülkemizde ateşli ve kapsamlı bir tartışma olduğunu söyleyemeyiz. Dünyadaki Şostakoviç tartışmaları ise önceki müzik tartışmalarından oldukça farklı bir zemine gelmiştir. Müzik tarihine baktığınızda 1980’lere kadar hiç bir bestecinin tarihte bu şekilde yer aldığını göremezsiniz ve müzik tarihçileri, müzikologlar, müzik adamları, eleştirmenler yazılarında ve tartışmalarda her zaman müziği veri kabul etmişler, müziğin toplumsal ve siyasal boyutundan uzak durmuşlardır. İşin toplumsal ve siyasal boyutunu ele alan çalışmalar daha çok toplumbilimciler, sosyologlar, tarihçiler vb. tarafından yapılmıştır. Peki, ne olmuştur da 1980’den sonra müziğin toplumsal ve siyasal yanına dokunmayan müzik tarihçileri, müzikologlar, müzik adamları, eleştirmenler birdenbire filozof kesilmişler, sanki bir yerden bir işaret almışçasına ve yarışırcasına müziğin siyasete ya da siyasetin müziğe ettiklerini konuşmaya başlamışlardır. Burada olan sudur; Şostakoviç dik duran bir kültürün, dik duran en önemli temsilcilerindendir; senfonik müzik için bitti dendiği bir aşamada 15 tane senfoni ve onlarca orkestra yapıtı bestelemiş ve tüm dünya müzik topluluğu da bu yapıtları bir müzikal değer olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Aynı Şostakoviç, yaşamı boyunca bir kültür elçisi ve kültür emekçisi olarak çalışmıştır ve ülkesinden de ayrılmayı düşünmemiştir. Üstüne üstlük bir de komünisttir... İşte size işgal zararlısı dev bir kale... O halde yıkılması gerekir ve yapılması gerekenler için de her türlü “fedakârlık” göze alınacaktır! Yani soğuk kültürel savaştan kültürel işgale geçerken Şostakoviç önemli bir anahtardır.
Bütün bunlar Şostakoviç’in yaşadığı kültürel ve siyasi süreci tartışmalardan uzak tutmak anlamına gelmez. Bu sürecin gerilimli bir süreç olduğu açıktır ve Şostakoviç düzeyinde bir sanatçının birçok şeye çoğunlukla farklı duyarlılıklarla yaklaşması son derece olağandır.

Özgür Ay: Sovyetler Birliği’nde devlet hakikaten sanata çok önem veriyor ve asıl amacı sanatı ve sanatçıyı toplumla bütünleştirmek, bütün gerilimlerin temel sebebi bu düşünceden çıkıyor. Bugün görülen bu kültürel yozlukla kıyaslarsak böylesi bir gerilim sanatçının gelişimi ve üretimi için büyük şans olabilir. Bir anekdot aktarmak istiyorum; bir kutlama sırasında Savunma Bakanlığı çalışanlarının orkestra kurup eser çalmaları ya da sanatçının eserlerinin toplum için sürekli değerlendirilmesi durumu çok ilgi çekici. Ancak değerlendirmelerde bazen çok sert kararlarlar verilmiş. Bu da yapılan hatalardan biri aynı zamanda. Jdanov, Şostakoviç’i eleştirirken sanırım şöyle bir açıklaması yapıyor; “SSCB sanatçıları, ilericilik adına, daha iyiyi yapma adına halktan kopan, halkın anlamadığı eserler verirlerse bulundukları yapı bir Manastır gibi olur ve halktan kopar”… Yani tabiri caiz ise kendileri çalar kendileri dinlerler… Bugün çoğu klasik müzik bestecilerinin ve hatta caz müzisyenlerinin geldiği durum bu değil midir, diye sormak gerekir.

Seyhan Şahin: Özgür’ün söylediğine ek olarak şunu söylemek istiyorum; 1917 Ekim Devrimi’nden sonra sanatçıların rolü de bir emekçi gibi düşünülmüş. Her emekçi gibi onlar da toplum için çalışıyorlar. Yani her emekçi gibi o topluma ve o toplumun kültürüne bir şeyler katmaya çalışıyorsunuz. Dolayısıyla şimdiki gibi sanatçı bireysel hayatını yaşamıyor. Sanatçı toplumun içinde, her çalışan, her emekçi kadar değerlidir. Tarım işçisi, fabrika işçisi, mühendis, doktor, sanatçı hepsi el ele yaşadıkları toplumun daha iyi şartlarda daha güzel bir hayat sürmesi için uğraşıyorlar. Sanatçının rolü de herkes gibi… Bu beni açıkçası çok etkiledi. Şostakoviç’in yazılarından da bu duyguyu hücrelerine kadar hisseden bir insan olduğunu anlıyorsunuz. Bir sanatçı olarak diğer insanlardan farkı olmadığını biliyor, açıkçası sanatçılarda çok rastlanan kibirin, kendisinde olmadığını görüyorsunuz.

Nimet Çakıcı: Bu çalışmanın Müzisyenler Atölyesi için sonuçlarına bakacak olursak...

Emin İgüs: Evet aslında. Şostakoviç çalışması, Müzisyenler Atölyesi açısından nicelik olarak yeterince başarılı olamamıştır yani başlarken öngördüğümüz katılım gerçekleşmemiştir ama nitelik açısından çok başarılıdır. Önemli bir kollektif çalışma örneğidir ve bundan sonraki çalışmalarımız için oldukça önemli bir birikimdir.

Nimet Çakıcı: Bu söyleşi, aynı zamanda bir deneyim paylaşımı da olsun. Bu alanda gelişmek isteyenler için şunu eklemek lazım belki: Müzik de, diğer sanat dallarında olduğu gibi, ciddi bir emek talep ediyor. Akımları, dönemleri bilmek, toplumsal-tarihsel süreçleri araştırmak, en az dinlemek kadar, enstrüman çalışmak kadar önemli. Önümüzdeki dönemde, Müzisyenler Atölyesi olarak biz, “çalışmaya” devam edeceğiz. Bizimle birlikte öğrenmek isteyen tüm dostlarımızı da çalışmalarımıza bekliyoruz.

Daimi not: NHKM Müzisyenler Atölyesi sadece müzisyenlere değil; tüm müzikseverlere, müzikle düşünsel ve/veya işitsel olarak ilgilenenlere de açık bir atölyedir.

http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=15400